KÖŞE YAZILARI VE MAKALE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÖŞE YAZILARI VE MAKALE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2012 Pazar

Nuray Mert'in Yazısı Aldırma Ece Aldırma

Aldırma Ece, Aldırma! / Nuray Mert 
Meğer Ece Temelkuran bu ülkedeki kötülüklerin anasıymış!.. Laiklik mitingleri üzerine yazdıkları, sonra Kürtlere verdiği destek, hatta bahçesinde yetiştirdiği domatesler parmaklara dolandı, yetmedi o parmaklar şimdi boğazına dayanıyor. Belli ki, işinden olması yetmedi; hiç sesi çıkmasın isteniyor. Beğenmediklerini ölümüne gammazlayanlar bitti, şimdi ‘sesi kesilsinciler’ çıktı. Eskiden bu işlere tenezzül edenler hiç olmazsa, aydınlar, demokratlar nezdinde ipi pazara çıkmış, itibarsız insanlardı; şimdikiler bir de ‘demokrat’lık taslıyor.

‘Ergenekoncu’ tehdidi
Son olarak Ece’nin The Guardian gazetesine yazdığı ‘Türk gazeteciler çok korkuyor, fakat buna karşı durmalı’ başlıklı yazısına çok bozulan olmuş. Bir yazarın bu yazısını da, başkalarını da, genelde yaptığı tahlil ve yorumları beğenmeyebilirsiniz, tamamen yanlış olduğunu da düşünebilirsiniz; ama ‘parazit’, ‘ahlaksız’ vs. diye karalamak ne oluyor? Dahası, şimdilerde beğenmediğinizi ‘Ergenekoncu’ diye yaftalamak gibi bir yol tutturulmuş, tehdit gibi kullanılıyor.

Bu ne densizlik!
Etyen Mahcupyan tam da bu yoldan gitmiş, Ece’nin yazısına, Today’s Zaman’da (3 Şubat) ‘Hrant’ın Parazitleri’ başlığı altında vermiş veriştirmiş. Ece’yi ‘parazitler kolonisi’nin son örneği, ‘ahlaksız’, yazdıklarını ‘komik ve zavallı analizler’ diye tanımlamakla kalmamış, ultra-milliyetçi ve Ergenekoncu çevrelere yakınlıkla ve ‘yurtdışında Türkiye’ye ilişkin algıları yönlendirmekle’ itham etmiş. O da yetmemiş, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltına alındıklarında söylediklerini (‘Hrant için’ ve ‘Dokunan yanar’) kendilerini abartılı bir konuma sokmak olarak değerlendirmekle kalmamış, ‘iç dünyalarının derinliklerindeki zayıflıklara’ bağlamış. Bu ne tahammülsüzlük, bu ne kendini beğenmişlik, bu ne densizlik anlamak mümkün değil!

Kimin ne hakkı var?
Birileri Ergenekon davası ve Mahcupyan’ın deyimi ile ‘komplo’sunu hâlâ varlığını sürdüren derin devlet veya devlet içi yapılanmaların devamına bağlar, diğer bazıları derin devletin el değiştirdiğini ileri sürer, Dink davasının vardığı noktayı bu çerçevede değerlendirir. Konuyu farklı okumalar ve analizler olarak düşünmek yerine, beğenmediği yorumu ve yorum sahibini Ergenekon çevresine yakınlık Ergenekoncuların değirmenine su taşımak diye yaftalamaya kimin ne hakkı var? Böyle yaparsanız, diğerleri de size dönüp Ergenekon davasını, eski rejim ve uzantıları ile sınırlayıp mevcut rejimi temize çıkarmakla suçlar. Ben samimi amacı demokratikleşme ve geçmişle hesaplaşma olanların, tahlilleri farklı olsa da, işi birbirlerini karalamaya vardırmaması gerektiğini düşünenlerdenim.

Terfi ilahi bir tesadüf
Ama her şeyin bir sınırı var, işi Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı ruh hastalığı ile yaftalamak, Ece Temelkuran’ı ultra-milliyetçilik ve Ergenekon ile akrabalık’a vardırırsanız, size söylenebilecek o kadar çok şey var ki! Mahçupyan’ın yazısının Ramazan Akyürek’in terfisine denk gelmesi bile başlı başına bir ilahi tesadüf!

Mesele, sadece demokratlığı kendinden menkul Mahçupyan değil, genelde demokratlık adına estirilen ‘entelektüel terör’, kendine demokrat diyenlerin bu terör ile aralarına mesafe koymasının zamanı geldi de geçiyor. Ayrıca, Mahçupyan, ‘zavallı ve komik analiz’ okumak istiyorlarsa, kendi arşivlerinden daha zengin bir kaynak bulamaz diye düşünüyorum. Kaynak:gundem.milliyet.com.tr

11 Ocak 2012 Çarşamba

Bu Mülkün Kadın Sultanları Hürrem Daha Da Kötü Olsun Biraz İçimiz Soğusun

Hürrem daha da kötü olsun, biraz içimiz soğusun... 
Bu Mülkün Kadın Sultanları
Necdet Sakaoğlu
Oğlak Yayıncılık

İş, perdenin ardındaki Hürremlerin küçük saray entrikalarının basit ve güzel oyuncakları olmadıklarıyla yüzleşebilmekte...

İki sezondur televizyonda izliyoruz Hürrem Sultan’la Sultan Süleyman’ın aşkını. Bu ay içinde evlenecekler kısmetse. Üstelik tarihe bağlı kalarak ilerlerse senaristler, nikahları şehzadelerin sünnet düğününde (Bknz. Solakzade Tarihi)… Kötü niyetli, dış mihraklı tarihçiler bu nikahın ve sünnet töreninin aslında Süleyman’ın Viyana Seferi’nin başarısızlığını halka galibiyet gibi göstermek için tertiplendiğini söyleyedursun, biz öz oğlunun sünnet töreni Hürrem’le Süleyman’a düğün olacağından mütevellit çatır çatır çatlayacak Mahidevran’ın yüzünü, iktidarı iyiden iyiye sarsılacak Valide Sultan’ın çatılmış keman kaşlarını ve de kendi hanesine büyük bir eksi işareti koyacak olan İbrahim Paşa’yı görmeyi bekliyoruz hevesle. İktidar denilen yangın yerinin ortasındaki Hürrem’in başka çaresi yok, ancak hemcislerinin üzerine basa basa, saç baş yola yola varlığını sürdürebilir. Aşk yetmez, dünya tarihinde yaşanan en görkemli aşklar bile bunu gösteriyor bize. Devran, Hürrem’den kim bilir kaç asır önce değişmiş, kadın cinsi tanrıçalıktan cariyeliğin tozlu yollarına hanidir düşmüştür zaten. Kadının doğurgan, yaratıcı, bereketli gücü cadılığa, erkeğin en derin korkuları ve zaafları kaygan zeminlerde gölgelenip duran bir iktidar anlayışına dönüşmüştür. Nicedir bir trajedidir erkekle kadın, birbirini çoğaltmak yerine birbirini yok etmek olmuştur yazgıları.

Hürrem’i erken feministlerden biri olarak tanımlamak ne derece doğru olur bilmiyorum ama içinde yaşadığı toplumun ona dayattığı kuralların, çektiği sınırların dışına çıkmış, kendi varoluş mücadelesini savaşçı bir ruhla sürdürmeyi bilmiş güçlü bir kadın olduğu kesin. İşte bu yüzden kötü, bu yüzden cadı ve biz tam da bu yüzden hala ona ve onun gibi kişiliklere dair doğru ve tarafsız bir okuma yapmaktan aciziz. Her toplum tarihi kendi keyfiyetine göre, kendi çıkarları doğrultusunda okur, değerlendirir. Bizim de tarih içinde karşımıza çıkan, keyfiyetimizi bozan olaylara ve kişilere dair yaklaşımımız bu yönelime göre oluyor hiç şüphesiz. Gerçekte Hürrem’le Süleyman evlenir, Hürrem Süleyman’ın iktidarına ortak olur, devlet işlerine karışır, onunla birlikte dünyayı yönetir. Okullarda, tarih derslerimizde, kaşlarını kaygıyla kaldıran bir tarih öğretmeni bu gerçeği bize bir parça esef ve pişmanlık duygusuyla verir. Zira koskoca Osmanlı İmparatorluğu bir parça da bu harem kadınlarının erkek işlerine karışmasından dolayı yıkılmıştır, bunun ilk örneği de Hürrem Sultan’dır. Televizyon dizisinde ise Süleyman Hürrem’e hep aklının ermediği işlere karışma, diye buyurmaktadır, onu devlet işlerinden uzak tutmaya çalışır, yıllardır şanlı tarihimizin bu kara deliğinin ezikliğiyle yaşayan tarih öğretmenlerimizin içine su serpilir, tarihimiz temize çekilir. Yok canım, o kadar da değildir işte, Süleyman höt dedi mi Hürrem’i sindiriverir. Oysa çok değil Hürrem’den ve o mucizevi olarak addedilen nikahından bir asır önce Osmanlı padişahları özgür ve güçlü kadınlarla evlenmekte, toy düğünler kurulmakta, devletin gücü ve güvenliği padişah eşlerinin güçleri ve saygınlıklarıyla desteklenmekteydi.

Tabii işin içinde sonsuz çarpıtmalar kadar cehaletin de büyük payı var. Osmanlı’nın saray ve toplum hayatını bilimsel, tarafsız bir gözle okumak isteyenlerin önünde oryantalist ya da milliyetçi bakış açısıyla yazılmış, temelde hiçbir şey söylemeyen bir külliyat yığını çıkar. Dil engeli de cabası… Bu noktada karşımıza çıkan derli toplu araştırmalar tabii ki daha da değer kazanıyor. Tıpkı Necdet Sakaoğlu’nun iki önemli çalışması gibi: “Bu Mülkün Sultanları” ve “Bu Mülkün Kadın Sultanları”.

“Bu Mülkün Kadın Sultanları”nda iki şeye dikkat çekiyor Sakaoğlu: Biri, iç dünyasını sır gibi saklayan Osmanlı kültürüne dair oryantalist yaklaşımlar, diğeri ise bu oryantalist bakış açısının karşısına çıkan, oryantalist betimlemeleri karartan tezatlar. Hareme zorla kapatılan kadınların acıları, yurt özlemleri, burada ayakta kalabilmek için ortada dönen dolaplar, kıskançlık, korku, hainlik, kan, intikam…vs. Kısacası oryantalist bakış açısının karşısında haremin bir hapishaneden ibaret olduğu görüşü hakim. Sakaoğlu bu taraflı ve sınırlayıcı bakış açısına karşı çıkarak tarihin erkekler tarafından, erkek bakış açısı ile yazıldığına dikkat çekiyor öncelikle. Bu erkeksi tarih anlayışı bilimsel olarak bugün hem harem yaşantısını hem de Osmanlı’da toplumsal hayatı karartıyor, perdeliyor. Önce bunu kabul etmemiz gerektiğini vurguluyor yazar. Ancak sabırlı bir tarama ve uzun yıllar süren araştırmaların ürünü olan “Bu Mülkün Kadın Sultanları” gösteriyor ki perdeyi yırtmak o kadar da imkansız değil. İş, şairin de dediği gibi önce yürekte… Perdenin ardındaki Hürremlerin küçük saray entrikalarının basit ve güzel oyuncakları olmadıklarıyla yüzleşebilme cesaretinde…sabitfikir.com

7 Ocak 2012 Cumartesi

Ece Temelkuran Habertürk'ten Kovulduktan Sonra İlk Kez El Ekber Gazetesine Konuştu


Habertürk’teki işine son verilmesinin ardından Ece Temelkuran Al Akhbar’dan Matthew Cassel’e konuştu

Matthew Cassel: Dünyada olan bitenler hakkında yazmadığınızda, Türkiye’de ne tür olaylar hakkında yazıyorsunuz?
Ece Temelkuran: Kürt meselesi, Ermeni meselesi, kadın hakları, diğer toplumsal konular... Popüler konularla ilgili yazmıyorum. Özellikle Kürt ve Ermeni konuları üzerine.

MC: Bu konular neden popüler değil Türkiye’de?
ET: Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, Kürtler hep ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüler, politik ve bireysel haklardan yoksundular. Türkiye’de Kürtlere karşı derin ve yaygın bir ırkçılık söz konusu, PKK (Kürdistan İşçi Partisi) adında silahlı bir mücadele var ve Kürt meselesiyle her türlü girişim terör olarak görülüyor. Dolayısıyla Türk medyasının bu konuyu dışarıda bırakması şaşırtıcı değil. Ele aldıkları takdirde de hükümetin bakış açısını yansıtıyorlar.

MC: Her zaman istediğiniz şeyi yazabildiğinizi hissettiniz mi? Hiç sansürlendiniz mi?
ET: Sansürlenmedim ama Kuzey Irak’ta Kürdistan’dan yazdığımda, “Kürdistan” kelimesini kullanmak dahi tabuydu. 2003’te onlarca Kürt çocuğun işkence gördüğünü yazdığımda, insanlar bundan çok rahatsız oldular. Kürt sorunu üzerine yazan gazetecilerin üzerinde her zaman bir baskı var. Ancak medya üzerindeki baskı hiç bugünkü kadar olmadı. Şu anda tutuklanma korkusu var ve bir kere hapse girdiğinde kimse çıkamıyor. Gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener 11 aydır içerideler ve tutuklandıktan 6-7 ay sonrasına kadar neyle suçlandıklarını bilmiyorlardı.
Bu davayı meşru kılmak adına bir hükümet propagandası var ve bu yüzden bu konuda bir yere varmak çok zor. Kocaman bir propaganda aracı. Sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası.

MC: Kovulmanız sürpriz oldu mu?
ET: Pek değil, çünkü tutuklu gazeteciler ve 35 Kürt sivilin Türkiye’nin Irak sınırında katledilmesi hakkındaki duruşum anaakım medyanın kaldıramayacağı kadar keskindi. Çünkü başbakan birkaç gün önce, katliamdan hemen sonra, “katliam” ifadesini kullananları tehdit etmişti ve ben, bu ifadeyi twitter ve sosyal medyada kullanmıştım.

MC: Bu Türkiye’nin, Fransız senatosunun Osmanlı Türklerinin 1915’te Ermenileri kitlesel olarak öldürmesini bir “soykırım” olarak tanımasından sonra Fransa’ya son dönemde yaptığı uyarıyı hatırlatıyor. Neden kullanılan dil Türk hükümeti için bu kadar önemli?
ET: Çünkü terminoloji siyasi ve ahlaki sorumluluk yaratır. Eğer “katliam” ifadesini kullanırsanız başbakanın katliamdan ötürü özür dilemesi gerekebilir ki o bunu istemiyor. O, daha ziyade, medyayı suçlamak istiyor. Ve o medya da olaydan sonra yaklaşık yarım gün boyunca sessiz kaldı. Hiçbir kanal, başbakanın katliam hakkındaki resmi açıklaması gelene kadar haberleri vermedi, ama bu da yetmedi. Başbakan gazetelerde sadece kendi düşüncelerinin yazıldığını görmek istiyor.

MC: Neden kovuldunuz?
ET: Yazdığım son iki köşe yazısı “fazla tartışmalı” olarak algılanmış olabilir. Bir tanesi “Emret komutan” başlığını taşıyor ve başbakana atıfta bulunuyordu. Yazı, “Öyleyse emirleri sen veriyorsun komutan, ama biz artık seni dinlemiyoruz. Biz bu ülkenin geri kalanıyız! Senin emirlerini artık dinlemiyoruz!” şeklinde bitiyordu.
Son yazı ise öldürülenlerden 19 tanesinin yaşları 12 ile 15 arasında olan çocuklar olduğu hakkındaydı. Erdoğan, Uludere katliamı hakkındaki korkunç konuşmasını yaptı ve gazetecileri suçladı. Ben de ölü sayısını tekrar eden, başbakanın zalimce tavrını acı bir şekilde eleştiren bir yazı yazdım.

MC: Anaakım medyada bunun gibi yazılar yazan tek kişi siz misiniz?
ET: Birkaç kişi daha var ve hepsi de bugün, “biz de işsizler diyarına geliyoruz, bekle bizi” demek için beni aradılar. “Yazılarımızı hep son yazımız gibi yazıyoruz” diyorlar. Herkes önümüzdeki günler hakkında kötümser.

MC: Neden Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi kıdemli gazetecileri hedef alıyorlar?
ET: Çünkü bu gazeteciler Gülen hareketinin emniyet teşkilatı ve istihbaharat servisleri içinde örgütlenmesi üzerine yazıyorlar. Ahmet’in kitabının (İmamın Ordusu) taslağını aldılar, ki sonra internette yayınlandı. Nedim’in Gülen hareketinin polis ve hükümet içinde örgütlenmesi hakkında yazdığı kitap basılmadı. İkisi de farklı şeyler üzerine yazıyorlardı, özellikle hükümeti eleştiriyor ve hükümetin olumsuz faaliyetlerini ortaya çıkartıyorlardı.

MC: Hrant Dink kimdi?
ET: Ermeni bir gazeteciydi ve kendi gazetesini kurmuştu. Ermeni hakları ve baskı altındaki azınlıklar hakkında söz sahibi bir gazeteciydi. İstanbul’un merkezinde boynundan vurularak öldürüldü. Nedim onun hakkında kitaplar yazıyordu. Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili soruşturmada polisin kayıtsızlığı ve ihmali üzerine yazdı. Hrant aynı zamanda çok iyi bir arkadaşımdı. Ölümünden önce Ermeni meselesi üzerine bir kitap yazmamı istediği için Ağrının Derinliği’ni ona ithaf ettim. Bana çok yardım etti.

MC: Dink’in öldürülmesi Türkiye’de gazeteciliği değiştirdi mi?
ET: Ermeni meselesi anaakım medyada zaten tabuydu ama onun ölümünden sonra Ermeni meselesi hakkında daha fazla konuşmamamız gerektiğini öğrendik. Cenazesi tarihi bir gündü. 100 bin kişi katıldı ve hep bir ağızdan “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırdı. Ermeniler milliyetçi Türkler tarafından her zaman horgörüldü bu ülkede. Bu yüzden Hrant’ın cenazesi modern Türk tarihinde bir dönüm noktası oldu.

MC: Bu sizi ve meslektaşlarınız arasında bir korku yarattı mı?
ET: Bu gazetecilere yapılan ilk ya da son saldırı değildi. O olaydan sonra toplu tutuklamalar geldi. Gazeteciler arasında korku yaratan bir sürü olay yaşandı. Şu anda saldırılar demokrasi adı altında ya da AKP destekçilerinin dediği gibi turbo demokrasi adı altında yapılıyor. Artık işleri çözmek o kadar kolay değil, baskı altındayız. Darbe olduğunda, üniformalı faşist generaller iktidar sahibi olduklarında kimin kötü adam olduğunu söylemek kolaydı. Şimdi durum karmaşık çünkü faşizm bu sefer üniformalarıyla çıkmadı karşımıza. Uluslararası medyanın Türkiye’de olup biteni anlaması bu yüzden bu kadar sürdü.

Türkiye dış dünyada “demokratik imajı”nı nasıl koruyor?
Uluslararası ve ulusal propaganda yoluyla… Anaakım batı medyası kendi devletlerinin dış politika çıkarlarına hizmet ediyor. Bu nedenle de bunu, dışarıdan iyi görünen ve halkın “bon pour l’orient’ (Doğu için yeterince iyi) bir Müslüman demokrasi olarak görmek istediler. Ne Türkiye halkı için ne de Ortadoğu’nun geri kalanındaki halklar için yeterince iyi falan değil. Türkiye, Batı dünyasına demokrat, Doğu tarafına ise Müslüman yönünü göstermek istiyor. Ama açık ki artık bir demokrasi değil. İslam’a gelince, uzman değilim, ama böyle bir zalimlik dinden kaynaklanamaz.

MC: Sizce Türkiye demokratik imajını kaybediyor mu?
ET: Bu imaj kesinlikle değişiyor. Bugün New York Times’ın ilk sayfasındaki haberleri görünce şaşırdım. Sanırım dünyadaki meslektaşlarımızın Türkiye konusunda akılları başlarına gelmeye başladı. AKP demokrasisinin yalanlarına artık inanmıyorlar.

MC: Geçtiğimiz bir yıl içinde birkaç Arap ülkesinde demokrasi için ayaklanmaları takip edip yazılar yazdınız. O ülkelerdeki hükümetlerin insanları ayaklandıran baskıcı tutumu ile kendi ülkenizdeki hükümet arasında benzerlikler görüyor musunuz?
ET: Başbakan Erdoğan’ın Esad gibi davrandığını düşünenlerin sayısı artıyor. Uludere katliamından sonra Erdoğan’ın Esad hakkında önceden yaptığı “kendi halkını öldüren bir başbakan artık meşru değildir” açıklamasına atıfta bulunuyorlar:

MC: Aktivistler, gazeteciler ve Türkiye’de değişim isteyen diğer herkes Arap ayaklanmalarından ilham aldılar mı?
ET: Bu insanlar zaten değişim istiyorlardı ama istedikleri zaman şiddetli saldırılara maruz kaldılar. Seçimlerden sonra gerçekleşen her gösteri biber gazıyla sindirildi. Özellikle Kürtler tarafından yapılan gösterilerde; insanlar vahşi şekilde bastırıldılar ve saldırıya uğradılar. O zaman da protesto ettiler, şimdi de protesto ediyorlar ama muhalefet Türkiye’de çok fazla bölünmüş durumda öyle ki AKP’ye bir alternatif yaratılamıyor.

MC: Türkiye’ye döndüğünüzde başınıza nelerin gelebileceğini düşünüyorsunuz?
ET: Dehşete düşüyorum; ille de hapse atılma fikrinden dolayı değil ama üzerime artık hükümet tarafından istenmeyen kişi damgasının vurulduğunu hissediyorum. Bir süre işsiz kalacağım endişesini taşıyorum, çünkü bu damga yüzünden hiçbir gazete beni işe almaz. Alırlarsa gerçekten şaşırırım.

1 Ocak 2012 Pazar

Sırrı Süreyya Önder'in Maraş Katliamı Yazısı Maraş Biberi

İşte Sırrı Süreyya Önder'in Maraş Katliamı Yazısı
MARAŞ BİBERİ
Denir ki Hz. İbrahim, devrin kralı Nemrut'un putlarını kırarak insanları Allah'ın varlığına inanmaya davet edince, iktidarı sarsılan Nemrut öfkelenir ve Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını emreder. Bu zaman zarfında evlerde ateş yakılmayacaktır, yasaklanmıştır. Bütün odunlar İbrahim'in ateşini harlamak üzere toplanır.

O günler, "Urfa dağlarında gezer bir ceylan" günleridir. Bir zalim avcı, avladığı ceylanı pişirmesi için karısına verdiğinde hiç odun kalmadığı cevabını alır. Avcı çare bulmasını istediğinde, kadın ceylanın yağsız bir parça etini önce bir taşın üzerinde döver. Sonra da kırmızı biber, bulgur ve tuzla yoğurur. Bu gün etsiz olarak her köşe başında fast-food versiyonunu gördüğünüz çiğköftenin ortaya çıkışı böyle olmuştur.

Urfa'nın çiğköftesine Maraş'ın biberini karıştırmak Urfalılar tarafından Sarkozy muamelesi görmenize yol açabilir. Onların 'isot'u varken Maraş'ın biberini duymaya tahammül edemezler. Üstelik haklıdırlar. Arayı şöyle bulabiliriz: Yine denir ki ilk tarım Maraş'ın Afşin ilçesinde yapılmıştır. Kentin kadim ismi Arabissos'tur ve Roma İmparatorluğu'nun, Gordianus (234-238) devrinde Urfa'dan göçen Arap aşiretleri tarafından iskân edilmiştir. [Irfan Shahîd, Byzantium and the Arabs in the Fifth Century, Dumbarton Oaks 1989]

MARAŞ'IN KÖY İSİMLERİ
Afşin, atalarımız Orta Asya'da at koştururken imparator Justinianus tarafından oluşturulan Üçüncü Armenia eyaletinin de yönetim merkezlerinden biridir. Hadi celadetli okurun kalbi kırılmasın "sözde" Armenia eyaleti diyelim. Milli tarih şuurumuza uygun davranmış olalım.

Halkımız beraber ve solo olarak Fransız parlamentosunu döverken araya gitmeyelim. Milli birlik ve beraberlik ruhuna en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, Meykir, Hunu, Norşun, Arıstıl, Maravuz gibi Maraş'ın köy isimlerinin etimolojik kökenini siz de sormayın, ben de söylemeyeyim.

Maraş'ın başta ticaret ve sanayi odası olmak üzere bütün "sivil" toplum örgütleri ezelden beri biberi Maraş iline tescil ettirme mücadelesi verirlermiş. Nihayet 2002 yılında başarmışlar. Artık Maraş Biberi Maraş iline tescilli. Sanayi ve Ticaret Odası kriterlere uyan bibercilere sertifika ve logo kullanım hakkı veriyor.

DELİ PARALAR DEVRİ
Maraş katliamını günlerdir her açıdan dinlediniz. Katliamın ekonomik-sınıfsal arka planına değinen pek olmadı. 70'li yıllar, tarımda destekleme politikalarının uygulandığı yıllardı. Misal Demirel, buğday ya da pamuğa 10 lira taban fiyat verirdi, Ecevit bunu 15 liraya çıkaracağını ilan ederdi. Demirel, 20'den aşağısının yetmeyeceğini, mazotun litresi ile buğdayın kilosunu karşılaştırarak anlatırdı.

İşte tarım üreticisinin eline "deli" paralar geçmesi biraz bu yüzdendi. Anadolu'da Alevi nüfus, tarih hafızasından dolayı kuş uçmaz kervan geçmez, Yavuz uğramaz yerlere yerleşmiştir. Gezin Anadolu'yu, genellikle Alevi dağda Sünni ovada yerleşiktir. Maraş bunun istisna olduğu birkaç yerden birisidir. Alevi nüfus, ağırlıklı olarak bereketli ovalarda yaşar.

Tarım destekleme politikası ile zenginleşen Maraş ve civarındaki Aleviler Maraş merkeze göçerek "yüzük taşı" misali yerlere talip olmuşlar ve almışlardı. Kent içi ekonomik etkinlik Alevilere geçmiş, Sünni halkın elindeki para da dönemin enflasyonist karakteri gereği süratle pul olmuştu.

ABD görevlisi Alexander Peck de katliam öncesi kenti gezerken şu tezi işlemiştir: "Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!"

Dönemin sağcı işadamlarının ve parti başkanlarının yaptıkları toplantılarda neler konuşulduğunu anlatacak bir vicdan ortaya çıkarsa bu bilgiler kapı arkası fısıltılar olmaktan çıkıp aleniyet kazanacaktır.
Aleviler kent içinde görünür ve etkin olunca sosyal hayata da dahil olmuşlardı. Mesela içkili lokantalara aileleri ile birlikte gitmeye başlamışlardı. Eh bu kadar bileşen bir araya gelince geriye bir tek şey kalıyordu; birinin çıkıp "kalkın ey ehl-i İslam, din elden gidiyor!" diye bağırması... Bu işlevi, sosyalist sistemde "Allahsızlığı yayma kürsüsü" olduğunu savlayan ve kadınların bütün parti üyeleri ile sevişip gayriresmi evlilikten çocuk doğurmaları halinde daha fazla ikramiye alacaklarını müjdeleyen "Güneş ne zaman doğacak" gibi "muhteşem" bir film de görebilirdi pekâlâ.

ECEVİT'İN DİRENCİNİN KIRILMASI İÇİN KATLİAM ŞARTTI
Katliam, ABD'nin o günkü nizamat politikasını ancak askeri diktatörlükler eliyle uygulatabilmesi gerçeğine giden yolda Ecevit'in gösterdiği direncin kırılması ve ülkede sıkıyönetim-darbe döngüsünü hazırlaması için şarttı.

Bu plan "gümüş ya da altın hilal" olarak adlandırılan bütün kentlerde değişik versiyonlarla uygulamaya konuldu. Maraş, Sivas, Çorum ve Malatya'da tuttu. Maraş bunların içerisinde en vahşi Kontr-gerilla operasyonlarından birisidir.

Dünya tarihinde, hangi figür damgasını vurursa vursun, bütün katliamların, soykırımların arkasında, mutlaka bir "servet transferi" olgusu vardır. Dolayısıyla işin içinde bir "tapu davası" araştırmayan bütün bakışlar eksik kalmaya mahkûmdur. Bu ülkede bir tarihçi, işgal ve kurtuluş savaşı arasında geçen sürenin uzunluğunu ve ne hikmetse tehcirden dönen Ermenilerin gelmesiyle hızlanan, neredeyse patlayan kurtuluş hikayelerimizi bir de bu gözle anlatsa da dinlesek...

Maraş'ın filmini çekmek için binlerce sayfa belge, bilgi, tanıklık okudum, dinledim.

Beni en çok etkileyenlerden birini paylaşmak isterim.

KOMŞULAR, BİZ ŞİMDİ PERDELERİ KAPATACAĞIZ
Serin ailesi, katliam sırasında Maraş tren garından güçlükle bulunan bir trenle şehir dışındaki Alevi köylerine gidip canlarını kurtarır. Katliam sonrası evlerine döndüklerinde bütün eşyalarının yağmalandığını görürler. Sünni bir komşuları, yağmalamayı, komşuların yaptığını fısıldar.

Serin ailesinin annesi sokağın ortasına çıkar ve onlarla bugüne kadar sürdürdükleri komşuluğu anlatarak şöyle seslenir.

"Komşular! Biz şimdi bütün aile evimize girip perdelerimizi kapatacağız. Bizden yağmaladığınız eşyalarımızı bahçemize bırakın."

Sabah evin avlusu yağmalanmış mallarla doludur. Aile kendilerine ait olanları alır. Bir traktöre yükler. Kenti terk edeceklerdir. Bırakılan eşyalarda kendilerine ait olmayanlar da vardır. Aile o eşyaları sokağa çıkarıp üzerine şöyle bir not bırakır.

"Bu eşyalar yağmaladığınız diğer ailelere aittir. İmanınız ve vicdanınız varsa bunları da gerçek sahiplerine verin."
Ve doğdukları yerden, bizzat komşuları tarafından öldürülmeyecekleri, talana uğramayacakları bir başka diyara doğru giderler. Geride bıraktıkları evlerini yok pahasına sattıklarını da bir çocuk bile tahmin edebilir.

Kahramanmaraş Sanayi ve Ticaret Odası geçen muharrem ayında bir kardeşlik iftarı verdi. Şu linkteki videoda (http://www.kmtso.org.tr/video_galeri.php?menuID=108)TRT iftarı naklen veriyor. Muharrem orucunun böyle bir iftar açma geleneği olmadığı saçmalığını bir yana bırakarak spikere kulak verebiliriz.

BİLİN Kİ DIŞ MİHRAKLARDIR
Spiker bütün erkâna aynı gayretkeşlikle şu tespiti yapıyor:

"Bütün Maraş burada.. Eğer Maraş'la ilgili bundan sonra olumsuz bir haber kamuya yansırsa, bilinsin ki bu dış mihrakların işidir öyle değil mi?"

Bu saçma tespite oda başkanı dahil olmak üzere herkes katılıyor. Spiker aynı tespiti Alevi Federasyonu Başkanı Selahattin Özen'e de yaptığında "gurk" ettirten bir cevap alıyor. Özen: "İç mihrak, dış mihrak her neyse bunlardan bir kez bile Aleviler galeyana gelmiyor. Sünnilerin buna engel olması lazım." Spikerin tespiti kendisiyle sınırlı değil. Aynı ilin valisi de anma törenlerini hukuksuz olarak engellemesini "geçmişi hatırlamak istemiyoruz" gerekçesiyle açıklıyor.

Ah birisi çıkıp unutmanın yolunun ancak yüzleşmekle mümkün olduğunu bunlara tane tane anlatsa...

Ah birisi, hem de Alevi olmayan bir kent sakini çıksa, bu kentte 36 saat içinde yarısından fazlası 13 yaşın altında yüzlerce insan öldürüldü. Gelin toplu olarak gidenlere bir dua, yapanlara bir ah edelim diye haykırsa.
Ticaret Odası, Maraş'ın biberine gösterdiği vefanın birazını da karnında bebeği ile öldürüldükten sonra eti bir çiğköfte misali ezilen gelini, iftarla değil, mahcup ve sessiz bir yasla hatırlamak ve unutturmamak gerektiğini kavrasa. O vali ve benzerleri bir yas evine müstahdem yapılsa.

Odanın iftarında sofraya bıçak konulmamış. Muharrem orucunu açarken zorunlu bir ritüeldir bu. Su da konulmaz. Sebebi Kerbela masumlarının bedenlerine Muaviye zihniyetinin açtığı yaraları hatırlamaktır. Sofraya konulmayan bıçak 33 yıldır Alevilerin böğründe saplı durmaktadır. 33 yıldır bu yaradan kan akıp durmaktadır. "Hatırlamak istemiyoruz" zevzekliği bu hançeri kanırtıp durmaktadır.

Utanmak yalnız kendi yaptıklarımızla ilgili bir eylem değildir. Bazen yapmadıklarımız da utandırır bizi.

Bütün Maraş bu hançerden utanmadıkça, bu yara şifa bulmayacaktır.

15 Aralık 2011 Perşembe

Tanrı Sırrını Bize Niye Versin

Tanrı sırrını bize niye versin?

Tanrı parçacığı!

Cern’de insanlık evrenin gizini çözmeye çabalarken, biz ‘Erol Köse, Seda Sayan’ kapışmasıyla meşgulüz.

Tanrı Parçacığı üstüne düşünürler, bilim insanları kafa patlatırken, biz ‘ayak topu oyunundan terör örgütü çıkar mı, çıkmaz mı’ tartışıyoruz.

Bilimciler ‘dünya nasıl oluştu?’ sorusunun peşinden koşarken, biz bu soruyu ahmakça bulup, işi mollalara havale ediyoruz.

İnsanlık tüm kötülüklere, engellere karşın ilerlemesini sürdürürken, biz inatla ve de ısrarla cehalet vesayetine teslim olmayı yeğliyoruz.

Toprak, su, güneş sınırlı ve en önemli kaynaklar olarak, giderek daha değerli hale gelirken, biz bunun için kavga verenleri içeri tıkıp, üstünde tepiniyoruz.

Düşünürler insanlığın geleceği için kafa patlatıp, çeşitli kuramlar öne sürerken, biz Nihat Doğan felsefesi tartışmaları dinliyoruz.

Evrenin gizi üstüne inanılmaz takip sürerken, biz Cübbeli’nin görüntülerini dikizliyoruz.

Kadınlarımızı dövüyoruz,

Çocuklarımızın ırzına geçiyoruz,

Yaşlılarımızı hayatın dışına itiyoruz,

Hastalarımızı süründürüyoruz,

İnsanımıza ilaç bulamıyoruz,

İşçilerimizi güvencesiz çalıştırıyoruz,

Dilinden dolayı insanımızı mahkum ediyoruz,

Dininden dolayı insanımızı öldürüyoruz,

Gençlerimizi düşman sayıyoruz,

Küçük bir depremde evlerimizi başımıza yıkıyoruz,

Malzemeden çalıyoruz,

Mağdurları sokakta bırakıyoruz,

Kışın soğuktan donduruyoruz,

Okullarımızı ısıtamıyoruz,

İnsanımızı şiddetten koruyamıyoruz,

Suçlu, suçsuz bir sürü insanı hapse atıyoruz,

Kitapları suç delili sayıyoruz.

Okumuyoruz,

Düşünmüyoruz,

Birbirimizi sevmiyoruz.

Özgürlük istemiyoruz!

Kendimize bolca yalan söylüyoruz.

Üstelik;

UTANMIYORUZ…

Tanrı sırrını bize niye versin?

ENVER AYSEVER/birgun.net

13 Aralık 2011 Salı

Erdal Eren'in İdam Edilmeden Önce Ailesine Yazdığı Mektup


Sevgili annem, babam ve kardeşlerim;
Sizlere bugüne kadar pek sağlıklı mektup yazamadım. Ayrıca konuşma olanağımız ve görüşmemizde olmadı. Zaten dışarıdayken de birbirimizi anlayacak şekilde konuşamadık. (Bu konuda sizlere karşı büyük oranda hatalı davrandım. Ancak bunu size karşı saygı duymadığım, bu nedenle böyle davrandığım şeklinde yorumlamamanızı dilerim) Bu nedenle sizlere anlatacağım, konuşacağım çok şey var.

Ancak olanak yok. Düşüncelerimi bu mektupla anlatmaya çalışacağım. Şu anda ne durumda olacağınızı tahmin ediyorum. Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizinde bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler.

Cezaevinde yapılan (Neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi içten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım yada meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur.

Mesele benim açımdan kısaca böyle. Ancak sizin açınızdan daha farklı, daha zor olduğunu biliyorum.

Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Ve evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor da olsa bu tür duygusal yönleri bir kenara bırakmanızı istiyorum. Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar.

Sizlerden istediğim bunu böyle bilmeniz, daha iyi kavramaya çaba göstermenizdir. Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz.

Hepinize özgür ve mutlu yaşam dilerim.
Devrimci selamlar
Oğlunuz Erdal

* Erdal Eren, veda mektubunu hücresinde yazmış ve iç çamaşırında taşıyarak avukatına ulaşmasını sağlamıştı.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Ruşen Çakır NTV'den Neden Ayrıldı


Ruşen Çakır NTV'den ayrıldı
Gazeteci Ruşen Çakır, NTV'de son görevini de bırakarak kanalla ilişkisini kestiğini açıkladı. Çakır, NTV'den ayrıldığını Vatan'daki köşesinden duyurdu.

NTV'nin yeni yayın döneminde Yazı İşleri ve Basın Odası programları yayından kaldırılan gazeteci Ruşen Çakır, NTV'deki son görevi olan Siyaset Danışmanlığı'nı da bıraktığını köşesinden duyurdu.

Çakır, bugün Vatan'da yazdığı köşesinde şu ifadelere yer verdi:

"Kısa süreli aralar vermiş olsam da 10 yılı aşkın süredir görev yaptığım NTV’den ayrıldım. Bu kararı neden aldığımı soranlara, şimdilik Haziran ayı ortasında yazmış olduğum, "Mesleğimizi kaybetmenin eşiğinde" başlıklı yazımı hatırlatmakla yetiniyorum. Bu vesileyle NTV’de birlikte çalıştığım, her birimden tüm arkadaşlarıma sevgilerimi sunuyor, haklarını helal etmelerini rica ediyorum..."

Çakır'ın NTV'den neden ayrıldığına ilişkin hatırlatmakla yetindiği, "Mesleğimizi kaybetmenin eşiğinde" yazısı:
sol.org.t

"Mesleğimizi kaybetmenin eşiğinde"

Dün öğle vakti, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in arkadaşları olarak Galatasaray Lisesi’nin önünde toplandık ve Taksim Meydanı’na kadar yürüdük. Arkadaşlarımızın tutukluluk sürelerinin 100 günü aşmış olmasını “Adaletin kara yüzü” olarak sloganlaştırdık. Ama tabii başından beri en temel şiarımız, Ahmet’in gözaltına alındığında söylediği “Dokunan yanar arkadaşlar” sözünden hareketle geliştirdiğimiz “Yansak da dokunacağız”dı.

Ahmet ve Nedim’in arkadaşları olarak yansak da dokunmaya kararlıyız kararlı olmasına ama “dokunma” fiilini hayata geçirmemizi sağlayacak olan gazeteciliğimiz çok ciddi bir tehdit altında. Bir dostumun deyişiyle “Eskiden işimizden olur muyuz diye endişelenirken şimdi mesleğimizi kaybetmekten korkuyoruz."

Nitekim dün Galatasaray’da bir araya gelen meslektaşların aralarındaki sohbetler dönüp dolaşıp “Kim atılmış? Kim atılmak üzere? Kim tatile çıkarılmış? Kimin programı kaldırılmış? Hangi yazarın yazısına müdahale edilmiş? Peki onun cevabı ne olmuş?” gibi bir dizi tatsız soruya kilitleniyordu. Bu soruların hiçbiri boşuna sorulmuyor, çünkü Türkiye’de basın özgürlüğünün durumu gerçekten vahim ve işler her geçen gün daha da beter bir hal alıyor.

Bu kötüye gidişi durdurabilmek mümkün mü? Hiç ama hiç sanmıyorum. Çünkü bazılarının ileri sürdüğü gibi bu yaşananların tek sorumlusu hükümet ve Başbakan Erdoğan değildir. Kaldı ki basın özgürlüğü sorunu AKP iktidarıyla başlamış da değildir. Sorunun temelinde medyadaki sermaye yapısı olduğunu düşünüyorum. Medya sahiplerinin başka alanlarda da yatırımları bulunması ve bu bağlamda devletle çok sıkı ekonomik ilişki içinde bulunmaları medya ile iktidar arasındaki mesafenin kısalmasına ve basın özgürlüğünün alanının daralmasına yol açıyor.

AKP ile değişen

Yakın zamana kadar medyaya yatırım yapmak sermayedarlar için hayli cazipti. Gazetelerden, televizyon kanallarından belki zarar ediyorlardı ama bunların kendilerine sağladığı güçle siyasi iktidar üzerinde baskı uygulayabiliyor, bu sayede kaybettiklerinden çok daha fazlasını başka alanlardan kazanabiliyorlardı. Ama AKP iktidarıyla birlikte, özellikle Doğan Grubu’na yönelik vergi cezasının ardından medya patronluğu ateşten bir gömlek haline geldi. Bundan böyle medyanın siyasi iktidar üzerindeki tahakkümünün yerini siyasi iktidarın medya üzerindeki tahakkümünün aldığını söylemek mümkün.

Yıllarca büyük medyanın her türlü saldırısına maruz kalmış ve onun bütün engellemelerine rağmen iktidara gelmiş bir kadronun bir süredir rövanş almakta olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz hükümetin basın özgürlüğünü daha da daraltan uygulamalarını olumlamak mümkün değildir ancak ellerindeki medya iktidarını yıllar boyunca sadece kendi kişisel çıkarları için kullanan, Türkiye’nin bir “tabular cehennemi” olmasından sonsuz mutluluk duyan bazı kişilerin, iktidarlarını kaybettikleri için utangaç (ilginçtir, bazıları son derece küstahça yapıyor bunu) bir şekilde “demokrat” ve “özgürlükçü” pozisyonlara yöneliyor olmalarına aldanmamak lazım.

İlişki gazetecileri

Peki ne yapmalı? Bunca yıllık deneyimim bana iki tür gazeteci olduğunu gösterdi: Bir yanda sadece haberini yapan, görüntüsünü çeken, sayfasını çizen, başlığını atan, özgürce yorumunu yazan harbi gazeteciler var; diğer yanda kurduğu ilişkilerle medyada yol alanlar. İkinci gruptakiler için söylenecek fazla bir şey yok. Onların ömrü ilişki kurdukları iktidar sahiplerinin ömrüyle doğrudan orantılıdır. Bakınız “derin devlet”in eteklerinde “büyük gazeteci” geçinen kibir abidelerinin günümüzdeki durumu. Tabii içlerinde azımsanmayacak sayıda “her devrin insanı” da vardır. Bir bakarsınız “zamanın ruhu” kavramını keşfetmiş ve düne kadar küfrettikleri, başına çorap örmek istediklerinin saflarına geçmişlerdir. Asker ya da sivil fark etmez, onlar için önemli olan bir vesayetin altına sığınmaktır.

Gelelim harbi gazetecilere. Evet mesleğimiz tarihe karışmak üzere, ama yılmak yok yola devam. Diklenmeden dik duralım, sonuna kadar onurumuzu koruyalım ve birbirimize sahip çıkalım.

11 Aralık 2011 Pazar

Zaman Gazetesi Başbakan'ı Ağır Dille Eleştirdi



 Zaman Gazetesi Başbakan'ı Ağır Dille Eleştirdi

Zaman Gazetesi A. Turan Alkan'ın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı Eleştiren Yazısı



Zaman Gazetesinden A. Turan Alkan'ın  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı  Eleştiren Yazısı:

Şike koalisyonu ve yeni anayasa
Burç FM ve Mehtap TV'deki programlar için, dönüşü de hesaba katarsak bir hafta içinde en az dört kere Başbakan'ın Kısıklı'daki evi civarından geçiyorum demektir.

Önce annesinin vefâtında, ardından geçirdiği ameliyat sonrasında, Kısıklı'daki sokağın ağzında bekleşen ziyaretçi kalabalığını her görüşümde içimden, uğrayıp geçmiş olsun demek hissi geçti. Çok sahici ve samimi bir arzuydu bu; dar zamanlarda gösterdiği kavî duruşu, dirâyeti ve baş üstüne koyduğu yüksek değerlerdeki ortaklığımız zamanla gıyâbî bir muhabbet peydâ etti.


Eminim ki, son seçimlerde şöyle bir kımıldanan yüzde 50 meyânında pek çok insan, hattâ daha fazlası bu düşünceleri paylaşıyor; bir geçmiş olsun telgrafı çekseler bile Başbakan'ın eline değmeyeceğini bildiklerinden daha sağlam bir "posta" usûlünü tercih ederek iyi niyetlerini dua zarfına sarıp yolluyorlar. Bu duaların ne mânâya geldiğini en iyi Başbakan bilir.

Yapamadım, bir "Devletlû" değil bir başbakan, kırk yıllık arkadaşınız olsa bile, sair zamanlardaki hukuku bulmak kabil olmuyor. Bir şeyler incinip dökülmesin diye ertelenmiş ziyaretler vardır. Öyle oldu, herkes gibi ben de hayır dua postalarına müracaat ettim. Geçmiş olsun Sayın Başbakan; tez zamanda şifâ bulup dümene geçmenizi temenni ediyorum.

Başbakan rahatsızken çok garip işler oldu; "Başbakan hastalandı da böyle oldu" dedirtecek işler değil doğrusu; aksine Başbakan'ın karar ve direktifiyle böyle oldu. Duyduğumuza göre Başbakan, partisinde kanunun inatla aynen geçmesine karşı çıkan isimleri arayıp "Aynen" konusunun altını çizmiş, ardından konuşma yasağı koymuş. Parti yöneticileri de gruba, "Değişikliğin altındaki imza Başbakan'ın imzası demektir, ona göre ha!" diye sert çıkmış. Bunun üzerine vekiller, genel kurul oylamasına girerek Başbakan'a "görünmek" gerektiğine hükmetmişler.

Başbakan'a görünmek?..

Ne için, ne uğruna? Çıkarılan kanun, 70 milyonun hukukuyla ilgili kapsamlı bir düzenleme değil ki, neticede birkaç yüz futbol yöneticisini, daha özel planda üç-beş ismi rahatlatmayı amaçlıyor.

"Şikecileri göstere göstere affettiler" dedirtmeye değer mi bilmem.

Bana çok anlamsız, hatta saçma-sapan görünüyor fakat Başbakan'ın konuya farklı bir mânâ verdiği anlaşılıyor. Böyle hâllerde, "Vardır büyüklerimizin bir bildiği zâhir!" der geçerdik: "Şey"lerin içini açıp bakmayı öğreneliberi artık geçmiyoruz. Vardır bir hikmeti değil, "Nedir yahu hikmeti?" diye taaccüp ediyor, "Bu aziz o kadar muazzez midir?" diye hayretlere gark oluyoruz.

Doğrusunu söyleyeyim mi, haddizâtında Başbakan'ın fındıkkabuğu kadar cirmi olmayan bir mesele için amme efkârından değil de futbol baronlarından yana tavır koymasına hem çok şaşırdım, üzüldüm ve kırıldım; bana öyle göründü ki şu dört yıllık ustalık döneminde Başbakan, kendi kariyer çizgisini milletin hukukundan daha fazla ciddiye alabilir pekâlâ.

Şike kanununda gösterdiği sert kararlılık ve direnç, metânetin değil aslında bükülüşün emâresidir.

Şikecilerin cezasında indirim yapılıp yapılmayacağı, ilk duruşmada salıverileceklerine dair gûft u gûların artık hiç bir kıymet-i harbiyesi yok: Şikecilerin cezasından "Yüksek ve ince siyâsetle" tenzil olunan cezâlar, yarın kamuoyu tarafından karara imza koyanların hesabına ilâve ediliverir. İmza koyanlar derken elbette diğer iki muhalefet partisini kasdediyor değilim; onlar ki birisi doğrudan AK Parti'yi kapattırmak için devrin yüksek yargısıyla kaş-göz imâlarına girişmiş, diğeri ise başörtüsünde iktidarı "Fak"a bastırıp kapattırılması ihtimâlini "Çalgı-çengi" refakatinde gülerek seyretmişti. Ne güzel kader arkadaşlarıdır bunlar AK Parti için!

Durmayınız efendim, yola devam; ustalık devri denilen demek bu imiş!

Sayın Başbakan, küçük bir hatır meselesi için daha büyük bir hâtırı kaale almamaya karar verdi. Bir şartla anlar ve affederim kendi nâmıma: Eğer hâlâ vazgeçilmedi ise yeni anayasa çalışmalarında, şike kanununda sizi can-baş ile destekleyen CHP ve MHP'yi ortak çalışmaya ikna edip, vaadiniz üzre yeni anayasayı yaparsanız ferâsetinize şapka çıkartacağım...

Aksi takdirde, "Bir başbakan vardı" deyip üzüleceğiz.zaman/A. Turan Alkan

7 Aralık 2011 Çarşamba

Recep Tayyip Erdoğan Sonrası AKP'de Hazırlıklar

Erdoğan sonrası hazırlıklar! 
Başbakanın sağlık durumuyla ilgili her hangi bir yorum yapmak, bunun üzerinden bir siyasi sonuç elde etmeye çabalamak ucuz bir yöntem ve ayıp. Kaldı ki, Erdoğan’ın o kadar çok siyasi açmazı, eleştirilecek uygulamaları ve yarattığı açık hava hapishanesine dönmüş bir ülke var ki, tüm bunlardan bir yol bulup da güç kazanamayan muhalifler için ne dense azdır…

Erdoğan’ın hastalığı muhalifler için ne anlama geliyor, ayrı bir tartışma konusu elbette, ancak AKP içinde uzun süredir başlayan ve örtülü biçimde süren iktidar hareketliliği, bu süreçte iyice berraklaştı. Hatta Utku Çakırözer’in haberine göre (Cumhuriyet), ‘Erdoğan Sonrası Anketi’ bile var.

Bu anket iki biçimde yorumlanabilir.

Birinci yorum iyicil olan; Erdoğan devletin başına geçeceği güne hazırlanırken, kendinden sonra partiyi kimin sürükleyeceğini bulmak istiyor ve bunun için ülkenin ve tabanın en güvendiği ismi arıyor.

İkinci ve kötücül(!) yorumsa, daha ilginç; Erdoğan artık dünyada otoriter ve tehlikeli bir lider olarak algılanıyor, sırtını ABD’ye dayamış tarikatlar, cemaatler bu durumun farkında ve artık sürecin sonuna gelindiğini bilerek hazırlık yapıyor.

HANGİ İSLAMCILIK?

Erdoğan Milli Görüş kökenli. Kendince bir antiemperyalist algısı olan, milliyetçi, ayağını İslam’a basan bir ideolojiden geliyor. Batı’yla ve Siyonizmle mücadele vermiş bir hareket! Erdoğan başbakan olduktan ve devletin tüm kurumlarını kendi istediği biçimde düzenledikten sonra, doğal olarak özüne uygun davranmak istiyor.

Oysa AKP bir koalisyon! İslamcı hareketlerin ve en başta Gülen cemaatinin egemen güç olduğu bir yapı… aklınıza gelen tüm İslamcılar var içinde, geçmiş merkez sağ siyasiler, MHP kökenliler, azıcık sosyal demokrat, bir kısım Kürtler… Ancak egemen yapı ABD çizgisine uygun…

Suriye meselesinde de göründü ki, eskinin İslamcıları azınlıkta. Kapitalist-İslam dediğimiz bir anlayış egemen. Bunun en gözde kişileri; Gül, Davutoğlu, Şimşek, Babacan, bir ölçüde Arınç…

Bu isimlerin tümü Erdoğan sonrasının başbakan adayı… Kuşkusuz öne çıkan ilk isim Gül. Cumhurbaşkanı sevecen görünümü, teknolojik kullanımla doğurduğu Batı’lı izlenim, halkla ilişkileri başarılı yönetmesi ve son dönem sık çıktığı yurt ve dünya gezileriyle hazırlıkları yoğunlaştırdı. Güçlü olasılıkların başında bir tür Putin-Medvedev modeli geliyor. Lakin Gül, eğer başbakan olursa Erdoğan dönemi izlerini tamamen silecek gibi. Unutmayalım ki, şimdiki AKP kadrolarında bir kişi bile yok Gül’e yakın.

Diğer bir isim maceracı hoca Davudoğlu. Mucizevi dış siyasetiyle gündemde. Yakında cumhuriyet tarihinin ilk savaş kararını bu meclise aldırırsa şaşmayın. O da kariyer hazırlıklarını sürdürüyor. Gözü başbakanlıkta. İslamcı tabanın ondan pek de hoşlandığını sanmıyorum doğrusu.

Arınç önemli bir isim. Özellikle toplumun vicdanı olma yolunda büyük ve ciddi çıkışlar yapıyor. Tutukluluk süresine gösterdiği tepki, “ben kimseye biat etmem” demesi de bu güvenin ve beklentinin göstergesi. Üstelik uzun yıllara dayanan siyasi geçmişi, kimseye muhtaç olmamasını sağlıyor. Başbakanlığın hakkı olduğunu düşünmesi doğal! Herkes üst makama geldi. Artık sıra onda…

Diğer isimler çerez şimdilik.

SÜREÇ NASIL BİÇİMLENİR?

Artık bütün mücahitler(!) yeterince kapitalist oldu. İktidar sahibi olmak önemli hale geldi. Bir yandan egolar şişti. Hırs arttı. Kavgalar çıkmaya başladı. Hesaplaşmaları Erdoğan’ın mutlak iktidarı engelliyor hala. Açıktan didişme yoksa da, içerisi kaynıyor…

Suriye süreci ve bölge haritalarının yeniden biçimlenmesi kimin lider olacağını belirleyecek. AB ideali tamamen bitti. Anlamı da yok. Liberallerle işbirliğinin, Alevi, Kürt açılımının da anlamı yok. Orada oy/müşteri yok görüldü. Tek belirleyici küresel güçle, ABD’yle kimin iyi geçineceği…

Obama bu hükümetin çizgisinden memnun… Ancak ABD seçimlerinden çıkacak bir sürpriz tüm dengeleri alt, üst eder. Erdoğan otoriter bulunsa bile, şimdilik ABD için en iyi ortak. Hal böyle olunca tüm siyasi aktörler bu süreci en iyi kendisinin devam ettireceğini iddia edecek hazırlıklar yapıyor.

İslamcı çevrelerde ‘Suriye ile niçin savaşıyoruz?’ diye sormak yasak.

Nedeni neymiş, anlatabildim mi?

En iyi tamtam çalan, en büyük aday!
ENVER AYSEVER/birgun.net

28 Kasım 2011 Pazartesi

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün Dersim Röportajı



Sivas'ın Muhasebesini Yapamayan Dersim'in Hesabını Soramaz

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün bir gazeteye verdiği demeçten sonra CHP'de Dersim çatlağı başladı.Parti içinde krize yol açan açıklamalar Türkiye'nin gündemine oturdu ve Başbakan Erdoğan devlet adına özür diledi.

Habertürk gazetesinden Kutlu Esendemir'e açıklamada bulunan Hüseyin Aygün, ortaya çıkan krizden sonra ilk kez konuştu.

ALEVİLERİN 500 YILDIR MARUZ KALDIĞI KATLİAM

- Dersim’de 1938’de yaşanan trajedide partinizin rolü neydi?

Dersim 38 trajedisi, Alevilerin 500 yıldır maruz kaldığı ayrımcılık ve katliam uygulamalarının Türkiye’nin modernleşme çabalarıyla kesiştiği bir tarihsel uğrakta yaşandı. Bu uzun eşitsizlik ve baskı tarihini dikkate almadığımız müddetçe, 38’de olanları doğru olarak anlayamayız. Dersim, Kuyucu Murat ile başlayıp günümüzde Maraş, Gazi Mahallesi ve Sivas’a kadar uzanan talihsiz uygulamalar zincirindeki önemli halkalardan da birini temsil eder. Bu yüzden de Türkiye’deki hâkim grupların ortak paylaştıkları bir mirasın ve siyasal bilinçdışının eseri.

- Cumhuriyet tarihine dönerseniz.

Cumhuriyet tarihinde merkezi ulus devletin inşasına etnik veya dinsel nedenlerle direnç gösteren çok farklı toplumsal kesimler oldu. Ama bu kesimlerin hiçbiri Dersimliler kadar orantısız ve hukuksuz bir biçimde devletin gazabına maruz kalmadı. Dersim’in maruz kaldığı şiddetin kapsamı ve ölçüsündeki farklılığı sadece tarihin derinliklerinden gelen bu bilinçdışıyla açıklayabiliriz. Bu çerçevede devletin kurucusu olan ve halen devam eden CHP geleneğinin tek başına sorumlu olduğunu iddia etmek haksızlık olur.

CHP GÜNAH KEÇİSİ
- Neden?

CHP değil de, Türkiye’de sağ geleneği temsil eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası veya Serbest Cumhuriyet Fırkası işbaşında olsaydı da, uygulamanın şiddetinin çok farklı olacağını sanmıyorum. Zaten Demokrat Parti başta olmak üzere sağ siyasetin Celal Bayar, Fevzi Çakmak ve Ragıp Gümüşpala gibi kurucu isimlerinin Dersim olayları sırasında CHP’de görevli veya fiilen harekâtta yer almış olması bunu çok net bir şekilde ispatlıyor. Dönemin tüm siyasal seçkinlerinin paylaştığı bir zihniyetin sorumluluğunda CHP’nin “günah keçisi” olarak gösterilmesi, bu sorumluluğu ortadan kaldırmaz.

DERSİMLİLER MAĞDURDUR
- Başbakan’ın, sizi ‘Lince uğramış Dersimli bir milletvekili’ nitelemesi ve genel başkanınızla beraber özür dilemeye çağırması ne anlam ifade ediyor?

Lince maruz kaldığımı düşünmüyorum. Ama şunu belirtmek isterim: Dersimliler mağdurdur. Mağdurun mağduriyetinden dolayı özür dilediği dünyanın neresinde görülmüştür? Tunceli milletvekillerinin özür dilemesi gerektiğini anlamlı bulmadım.

- CHP içinden de size yönelik tepkiler oldu.

Parti içinde farklı fikirde olan arkadaşlarım benim fikirlerime katılmadıklarını belirttiler. Ancak bu açıklama sonucunda ne CHP yönetiminden ne de parti örgütünün başka kademelerinden baskıcı veya dışlayıcı bir uygulamaya maruz kalmadım. Görünüşte beni savunuyormuş gibi duran yaklaşımların maksatlı olduğunu düşünüyorum.

STOCKHOLM SENDROMU ÇİRKİN BİR YAKIŞTIRMA
- Tunceli’nin seçimlerde sürekli CHP’ye yönelmesi, “Stockholm sendromu”yla açıklanabilir mi?

“Stockholm sendromu”, kurbanın celladına âşık olduğu marazi bir ruh halini tanımlamak üzere geliştirilmiş bir kavram. Bir ferdi olmaktan gurur duyduğum Dersim halkına bu çirkin yakıştırmaların yapılmasını doğru bulmuyorum. Dersim halkı, 38 olaylarının şu veya bu partiye mal edilerek açıklanabilecek bir mesele olmanın ötesinde, derin toplumsal ve tarihsel kökleri olan bir sorun olduğunun bilincinde. Bu bilinç, Dersim seçmeninin bir sendromun etkisi altında davrandığını göstermek şöyle dursun, siyasi olgunluk düzeyini gösteriyor. ‘

MİLLİYETÇİ VİCDAN TEMİZE ÇIKARILDI
- Başbakan Erdoğan’ın özür dilemesini nasıl buldunuz?

Çok olumlu karşıladım; özür seçmen çevremde de belli bir memnuniyet yarattı. Ama özrün kabul görmesi için çok erken. Doğru bir başlangıç noktasından hareket edilmediğini düşünüyorum. Bunun nedeni özrün Alevilik ile Dersim38 olayları arasındaki bağın ısrarla görmezden gelinmesi. Başbakan konuşmasını, katliamın bürokratik akılcılığın yol göstericiliğinde davranan din karşıtı bir seçkinler topluluğunun eseri olduğu görüşü üzerine kurdu. Fındık Hafız’ın “hafızlığı”, Seyit Rıza’nın “dindarlığı” bu çerçevede vurgulandı. Dersim olayının “din mazlumluğu”meselesi olduğunun, dolayısıyla Alevilikle ilgisinin olmadığının altı özenle çizildi. Necip Fazıl’ın değerlendirmeleri üzerinden milliyetçi-mukaddesatçı kesimin vicdanı temize çıkarıldı.

SİVAS'IN VİCDAN MUHASEBESİNİ YAPAMAYANLAR DERSİM'İN HESABINI SORAMAZ
- Erdoğan’ın açıklamalarının geneline bakarsanız.

Başbakan’ın yaklaşımı özel olarak Dersimlilerin, genel olarak da Alevi topluluğunun gündelik yaşam deneyimiyle taban tabana zıttır. Dersim’e yönelik özür, belli bir özeleştiri içerdiği zaman gerçek bir özür olup kabul görecektir. Başbakan özür konuşmasında geçmişte kendisine karşı dosya hazırlayan bazı yargı mensuplarının Alevi köklerini yeniden ima ederek yeni bir ayrımcılık örneği sergiledi. Bence Alevi topluluğu şunun fazlasıyla farkındadır: Sivas’ın vicdan muhasebesini yapamayanlar, Dersim’in hesabını da soramazlar. Dersim harekâtında görev alanların adlarının bazı yerlerden kaldırılmasını isteyenlerin, Sivas’ta katillerin adını maktullerin yanına yazdığını hatırlatmak isterim.

- Kılıçdaroğlu’nun Dersim tutumunu, “pısırıkça” bulanlar oldu.

Bence haklılık payı yok. Kılıçdaroğlu’nun, sosyal demokrasiyi, solu yeniden tanımlamak ve ülkeyi düze çıkarmak gibi tarihsel bir misyonu var. Davranışlarına sadece biyografisinin etkisi altında yön veremeyeceği ortada. Adaletin, kardeşliğin ve barışın tesis edilmesiyle ülkenin birlik ve beraberliğini bir arada sağlamak gibi asli bir görevi var. Bu görev, “akıllı”, “sakin” ve “sorumlu” davranmayı gerektiriyor. Kılıçdaroğlu, bir Alevi ve Dersimli olmaktan onur duyduğunu belirtmiş bir lider. Burada “pısırıkça” olan nedir?

Dersim konusunda sağlıklı bir tartışma yaşanıyor mu sizce?

Tartışma başlamış olmasını demokrasi açısından “sağlık” belirtisi olarak kabul ediyorum. Seyit Rıza’nın mazlumluğundan Dersim’de bir isyan olmadığına kadar bazı temel sorunlarda genele yakın bir uzlaşma oldu gibi duruyor. Bu gelişmeleri çok önemli buluyorum.

- Neden?

Çünkü Dersim konusunda kurulmuş olan resmi tarih anlatısının dayandığı bazı görüşlerin artık kabul görmesi mümkün gözükmüyor. Bu aşamadan sonra tartışmanın daha sağlıklı ilerleyebilmesi ve bu konuyu siyaseten çözüme götürecek doğru bir yön tayin edebilmek için mağdurların dinlenmesinin çok önemli olduğuna inanıyorum. Mağdurların talepleri ve beklentileri, çözümün ne olduğu konusundaki temel ipuçlarını da sağlayacaktır. Bu aşamadan sonra amacıma ulaştığımı düşüneceğim.

- Başbakan’ın konuşmasında, Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir’i anmaması sizce bilinçli miydi?

Bir dalgınlık olduğunu düşünmüyorum. Tarihsel facianın sorumluluğunun tek yanlı olarak, günümüz muhafazakâr kesimin tarihsel referanslarını aklayacak biçimde dağıtıldığını düşünüyorum.

KURBAN YAKINLARI NE İSTİYOR
- Başbakan’ın özrünün ardından Dersim’le ilgili hangi somut adımlar atılabilir?

Bunu Dersimlilere sormalıyız. Kurban yakınları ve mağdurlar ne istiyorlar? Onları dinlemeliyiz. İşte bu nedenle mağdurları dinleyerek işe başlayacak bir Dersim 1938 Komisyonu şu aşamada yararlı olacaktır.

- Tunceli’nin adının “Dersim” olarak değiştirilmesi için yasa teklifinde bulunacak mısınız?

Dersim adının iadesi tarihsel bir haksızlığın giderilmesi olacaktır. Ahaliye danışılmadan değiştirilen tüm yer isimleri iade edilmeli. Bu konuda eğer ikna olunamazsa yöre halkına sorulması yoluna gidilmeli.

KILIÇDAROĞLU TEYZE ÇOCUĞU DEĞİLİZ
- Kılıçdaroğlu

Doğru değil. Genel Başkanımızı hedef alan maksatlı propagandanın bir unsuru

- Dersim’de yakınınızı kaybettiniz mi?

Kendi ailem son anda kurtulmuş. Eşimin ailesinden 2 kurban var.

ATATÜRK'Ü HEDEF ALMADIM
- Partinizden 12 milletvekili sizi, Atatürk ve Atatürkçülüğü 1920-40 arasında dondurulmuş bir zaman dilimine hapsetmekle eleştirdi.

Benim amacım, o döneme dair genel bir değerlendirme yapmak değildi. Ben orada Dersim olayı bağlamında Alevilerdeki Atatürk imgesi üzerine bir değerlendirme yapmak istedim. Görüşlerim zorlanarak, Atatürk’e hakaret ettiğim veya bizzat Atatürk’ü hedef aldığım iddia edildi. Böyle bir amacım olmadığını bir kez daha özellikle belirtmek istiyorum.habertürk/Kutlu Esendemir

26 Kasım 2011 Cumartesi

Yüzleşme Mi Yüzsüzleşme Mi

Yüzleşme mi yüzsüzleşme mi? 
Kimi kavramların içini boşaltarak toplum duyarsız hale getirilir, dahası acılar, baskılar meşru kılınıp, direnç noktaları kırılır, dilenen uyumlu insanlar yaratılır.
Özgürlük, eşitlik, hak, adalet, demokrasi gibi kavramlar büyülü ve çekici kuşkusuz. Ama bu taleplerin hangi ağızdan dillendiği önemlidir. Her önüne gelen bu kavramlar üzerinden siyaset sahnesinde yer alırsa hem sözcük aşınır, hem de kavramların içi boşalır.
İlk kez rastlamıyoruz başbakanın ileri demokrasi tariflerine. Daha önce ‘AÇILIMLAR’ sürecindeydik. Sonuç felaket oldu. Ne Aleviler, ne Kürtler, ne de Romanlar popülizm kurbanı olmaktan kurtulamadılar. İçtenlikten uzak söylemler, parıltılı törenler, güncel siyasete meze oldu.

HADİ YÜZLEŞELİM!
Sıra ‘YÜZLEŞME’ sürecine geldi.
Yazık ki ‘Dersim Katliamı’ tartışması da bu bataklık dilde tüketiliyor. Toplum önce acıların sıradan bir dille tartışılmasını alıştırılıyor, ardından da ‘Bakın biz her konuda duyarlıyız, alın size ileri demokrasi, bu konuyla da yüzleştik’ diyerek kestirilip, atılıyor. Geride ne kalıyor? Hiç…
Dersim dün de, bugün de devletin yaramaz çocuğu, ıslah olması gereken yabani topluluğuydu. Bölge insanının özgün karakteri, inanç ve kültür yaşamı onay görmüyordu.
Tiyatro yaptığım dönemde bir turne vesilesiyle yöre insanlarıyla tanıştım, derin dostluklarım oldu, bu güne dek sürdü. Kin, intikam, nefret türü duygular biriktirmemiş, nerdeyse her dönemin zencisi olmaya alışmışlardı. İlerici, demokrat, devrimci karakterli bu insanların acılı öykülerini dinlemiş, nasıl üstünün örtülmek istendiğini zamanla kavramıştım.
Bir Dersim vekilinin bu sorunları dile getirmesi doğal elbet. Hangi mecrada ve hangi tarihte bunun yapıldığı konusundaki eleştiri hakkımı saklı tutarım. Dahası, ani verilen bir kararla, belki de tarihi bir fırsatın kaçmasına, istemeden de olsa zemin hazırlamış olabilir o vekil. Biz yine de buna izin vermeden, sağlıklı bir tartışma dili ve anlamlı bir sonuç bulmak noktasında çabamızı göstermeliyiz.

ÖZÜR NASIL DİLENİR?
Bu tür tarihsel olaylar, büyük kitlelerce tartışılırken, mutlaka bir hedef konmalı ve bu yönde yüzleşme gerçekleşmelidir.
Peki nedir bu hedefler?
1-Tüm toplum bu acıları, uygulamaları öğrenerek bir daha tekrarlanmaması adına bilinçlenmelidir.
2-Zulme maruz kalan insanların itibarları iade edilmeli, geride kalan eş, dost, akraba en azından bu yolla tatmin edilmelidir.
3-Eğer maddi bir kayıp varsa bu mutlaka tazmin edilmeli, mağduriyet giderilmelidir.
4-Bu olayda olduğu gibi, değişen kent/bölge isimleri eski haline dönmeli, o insanlara bu zulmü çağrıştıracak tüm isim ve kavramlar okul kitaplarından, mekanlardan silinmelidir.
5-Üniversitelerde bu konuyla ilgili çalışmalar yapılmalı ve resmi tarih tezi değişip, gerçekler okul kitaplarına girmelidir.
6-Bir toplumsal barış, kaynaşma tasarımı olarak girişilen bu süreç, aynı açmazı yaşayan tüm diğer halklar, inanç grupları için başlatılmalı ve öncelik sıralaması yapılmamalıdır.
7-Meclis araştırma komisyonu kurulmalı ve sonuçlar edinildikten sonra, tüm siyasi partiler ve devlet başkanı, meclis başkanı, başbakan katılımıyla özür dilenmelidir.

SAMİMİYET TESTİ
Böyle bir hazırlık yoksa, yapılan tartışma ucuz siyasi rant kavgasından öte geçmez. Bölge halkının Kürt, Zaza, Alevi olduğunu biliyoruz. O halde hemen soralım;
1-Cemevleri resmi konum kazanacak mı?
2-Alevileri katleden Yavuz Selim tarih kitaplarından silinip, gerçek anlatılacak mı?
3-Zorunlu din dersleri kaldırılacak mı?
4-Diyanet İşleri kaldırılacak mı? Ya da demokratik hale getirilip Hanefi inancından soyutlanıp, tüm inançlara eşit hale getirilecek mi?
5-Bölgeye Dersim adı verilecek mi?
6-Sivas/ Madımak bir vahşet müzesine dönecek mi?
7-Yeni anayasa yapma sürecinde tüm bu haklar göz önünde bulundurularak, toplum her kesiminin katkı yapma olanağı sağlanacak mı?

SONUÇ
Süreç bir rövanşist anlayışa indirgenip, daha dindar, muhafazakar ve otoriterliğe doğru yönelecekse, biz bu filmi zaten gördük, bilesiniz…
Komünizmle mücadele derneklerinde cadı avına çıkanlar yüzleşmek için önce aynaya bakmalılar.
Enver AYSEVER/birgun.net

22 Kasım 2011 Salı

Kızıltepe'de Öleli Oluyor Bir Yedi Yıl Kadar

Uğur Kaymaz
Kızıltepe’de öleli oluyor bir yedi yıl kadar 
Uğur Kaymaz devlet tarafından katledileli yedi yıl oldu. Unutmayın. 2004 yılının Kasım 21 ‘inde Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, on iki yaşında küçücük bir çocuk on üç kurşunla öldürüldü. Cinayettir. Baba Ahmet Kaymaz da yanındaydı oğlunun. O da öldürüldü. O da cinayettir. Faili malum. Ama malum olan bir şey daha var ki, uzun yıllardır tanığıyız bazı cinayetlerin cinayetten sayılmadığı gerçeğinin.

Davanın sonunda, yasadışı örgüt üyelerine operasyon gerekçesiyle iki insanı öldürmenin sonucu dört polis için “meşru müdafaa”dan beraat etmek oldu. Unutmayın. Hâlbuki meşru müdafaa, uğranılan saldırı sonucunda kendini korumak anlamına gelir. Meşru olan ne, saldırıyı yapan kimler, müdafaa bunun neresinde? Unutturulmaya çalışılıyoruz.

Ne zaman ki içine şüphe düşen insanların sesleri çıksa, “acaba?”lar yükselse az biraz, meşruluğu kanıtlamak için hızla harekete geçilir. Artık alıştığımız süreç bu davada da farklı işlemedi. Cinayete göz yumanlar, suçluları koruma görevini de üstlendiler. Ahmet ve Uğur Kaymaz’ın evinde silah bulduk dediler, bu silahlar daha önce başka bir çatışmada kullanılmış dediler, eylem hazırlığı içindeydiler dediler. Oysa Uğur’un ateş ettiğine dair delil bile bulunamadı. Adli Tıp raporları dikkate alınmadı. Mahkeme, 14’üncü duruşmanın sonunda, sanık polislerin yasal sınırları aşmadıkları sonucuna varıp beraat kararı verdi.

24 YIL İÇİNDE 530 ÇOCUK KATLEDİLDİ
Bu yasalar öyle yasalar, bu sınırlar öyle sınırlar ki… Katillerle birlikte yaşamaya alıştırıyor bizi. Sonra mesela, Uğur Kaymaz’ın anmasına katılan dört öğretmeni tutuklayabiliyor. Yani, cinayeti meşrulaştıranlar, suçluları salıverenler vicdanlı insanlara hiç de vicdanlı yaklaşmıyor. Acıyı çektirenler değ
il paylaşanlar kaybediyor hep. Üstelik bir kere değil, iki kere değil, bu hep böyle oluyor. 24 yıl içinde katledilen 530 çocuk bunun kanıtıdır. Ama bu sizin kiriniz… En azından çocukları ortak etmeyin kirinize.

Ölümün olduğu yerde, bazen bir şiirin dört dizesi umut olur insana. Her şeye rağmen inancı yitirmemek için…

“Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
Şeker de yiyebilsinler.”
BURÇİN GÖNÜL/BİRGÜN

16 Kasım 2011 Çarşamba

Bugün De Ölmedin Ahmet Kaya

Bugün de ölmedin Ahmet Kaya 
Bugün, 16 Kasım 2011; Ahmet Kaya' nın 11. ölüm yıldönümü... Bu ülkede Ahmet Kaya ile ilgili çok konuşuldu, çok söz söylendi. 90'larda Kürtçe klip çekeceğini söylediği zaman linç etmeye kalkan popçular vardı. Gazetelerde hedef gösteriliyordu, vatan hainiydi Ahmet Kaya... Tartışmayı daha entelektüel perdeden açmak isteyen liberaller ise, solcu arabeski diyordu Ahmet Kaya müziği için... Ahmet Kaya ne anlatıyordu, neden bahsediyordu?

O, “Diyarbakırlıymış adı Bahtiyar, suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar” dediğinde bu ülkede solcular, Kürtler, Aleviler devlet terörünün ateşi altında yaşıyordu. Kendi kendini yönetme kararlılığındaki bir halk ayaklanıp başına 12 Eylül’ün balyozu indiğinde, cezaevleri devrimciler ile dolu iken başlarını kuma gömenler vardı. Ahmet Kaya, bunlardan tiksinip, “Başkaldırıyorum” dediğinde haklıydı. Zira bu ülkede yasal mermili komiserlerin namlusu her şeyden önce devrimcilere doğrultulmuştu. Ahmet Kaya, bu tarihsel gerçekliğin içinden geliyordu ve onu anlatmak başat sorumluluğuydu.

Gerçek, tarihsel ve devrimcidir. Bu bakımdan 90'larda yaşanan linçleri 2010 yılında yeni bir keşfine çıkmış gibi eleştirmek ve bunu öncüllerine saldırarak icra etmek gerçeğin reddidir. Gerçek; yaşandığı anda egemenlere rağmen haykırılandır, Ahmet Kaya gibi...

Sonra dile bir liberal argüman egemen oldu. Solcular, rakı içip Ahmet Kaya dinlerlermiş. Rakı göndermesi hem Ahmet Kaya’yı, hem de onu dinleyen solcuları küçük görmenin bir ifadesiydi. Bir taşla iki kuş. Kaya kimseye yaslanmadan, kendinden büyük kimseden medet ummadan yenilenlerin “edebiyatını” yapıyor ve sahibinin sesi ağızlar ona ve dinleyenlerine küfretmeyi matah bir şey zannediyordu. Ahmet Kaya onlara göre köylüydü, onu dinleyen solcular da öyle. Şimdi hepsi bir araya gelip muhafazakar ahlakını demokratikleşmenin ortasına koyarak yaşıyorlar. Enteresan olan bir şey yok, bölüşmeyi bilmeyenlere “Bu ne yaman çelişki” diyordu Ahmet Kaya, bunlarsa hiçbir şeyi bilmiyor.

Ahmet Kaya arabeskçiydi bazılarına göre. Acılı bir sesi, insanın yüreğine saldıran bir müziği vardı. Orkestrası bağlamayı, arabesk ezgilerin içine gömüyor, 12 Eylül ve sosyalizmin yıkılması sonrasında solcuları rakı mezesi olacak sözleri ile nostaljiye boğuyordu. Yenilgi sonrasının acılı sesiydi. Sesindeki isyana kulaklarını tıkamak kolaylarına geliyordu. Yaşadığı acılardan sonra isyan etmesi, bunu yüksek sesle haykırması ciddi bir sorundu. Acı çekmenin bir adabı olurdu: Sessiz sessiz ağlayıp, sosyalizmin ölümü metanetle karşılamalıydı. Onun bu inadını nezaketsizlik olarak damgalamak istediler. Mızıkçıydı çünkü. Yenildiğini kabul etmeliydi işte. Susmadı Ahmet Kaya.

Suskunluğa karşı isyanı, devrime olan bitmeyen özleminin de ateşleyicisiydi. “Namussuza kanlı hançer sözümüz” diyordu Kaya, yüzünde tebessümle. Adilce bölüşmekti kavgası. Yoksul halk çocukları ayaklanmasının bağrından geliyordu ve o çocuklar geceleri aç yatmasın, geceleri sıcak yataklarda uyusunlar istiyordu. İnsanca yaşasınlar, parasız eğitim alsınlar, sağlıklı olsunlar diye vuruyordu bağlamasının teline. İnsanlar dillerini özgürce konuşsunlar, kültürlerini yaşasınlar, bu yüzden devletin yarasaları onlara tezek yedirmesin, toprağa yollanmasın diyeydi kızdığında çatılan kaşları. Milyonların yaşadığı yalnızlıkları bertaraf edebilmesindeki mahareti bundandı. Aşk acısını ekmek kavgasıyla bütünleştirebilen büyük bir ozan olarak yaşadı ve öyle ayrıldı aramızdan.

Bunları istediği için ırkçı ayinlerle sürgüne yollandı koca oğlan. Acılar, yokluklar, baskılarla geçen hayatına bir de sürgün eklendi. Hepsi toplandığında bir Ahmet Kaya ciğerine sahip olamayan penguenlerin fişeklemesiyle mahkemelere yollandı ve ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. “Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz” diyen Ahmet Kaya’nın sesi yurdundan uzaklarda da kesilmedi, şarkılarını dağlara, direnenlere yollamaya devam etti.

Aradan 11 yıl geçti. Bugün sürgün yıllarında adını anmaya korkanlardan, onu sürgüne yollayanlardan bile Ahmet Kaya güzellemesi yapabilenler var. Tabii ki içeriğini boşaltıp, bağlamından kopararak... Onlar için Ahmet Kaya, batıya tercüme edilerek satılabilecek otantik bir piyasa objesi, bizim için ise bir yol arkadaşı...

Biz, Ahmet Kaya'yı felsefeyle anladık, tarihle yargıladık. Kazım Koyuncu gibi, Victor Jara gibi dünya halklarının sanatçısı olduğu sonucuna vardık. Bizim kurduğumuz dünyada Ahmet Kaya halklarının kardeşliğinin simgelerinden biridir. Halk üniversitelerinin konservatuar bölümlerine ismi verilir, çocuklara Ahmet Kaya anlatılır.

Bu yüzden, herkes ölür, sen yaşarsın Ahmet Kaya.

Bugün de ölmedin.

tersyuz.org

14 Kasım 2011 Pazartesi

İslam Ekonomisinin Özellikleri İslam Ekonomisi Gerçekten adaletli Midir /Barış İnce


İslam ekonomisi gerçekten adaletli midir? 
Fethullah Gülen’in İslam ekonomisinin sosyal adalete yeterince önem verdiği ve sosyalizmin mutlak devletçiliğinin İslam’a uygun olmadığı tezi sonrası İslam ekonomisinin ne olduğu sorusu akıllara gelmektedir. Pek çoklarına göre İslam ekonomisi diye bir şey olmasa da özellikle dinci kesimin İslam’ın tüm yaşam alanlarını düzenlediği tezinden hareketle İslam’ın ekonomik bir yönünün de olduğu iddiası İslam ekonomisi diye bir şeyi ortaya çıkarmıştır.

Peki, nedir bu İslam ekonomisi? Kavram olarak İslam ekonomisi, Karen Pfeifer’a göre “Son on yıllarda Müslüman ülkelerde karşılaşılan ekonomik sorunları açıklamak ve çözmek için ortaya çıkan düşünceler bütünüdür.” İslam yorumcularına göre ise İslam ekonomisi denilirken İslam’ın ekonomik doktrini kastedilmektedir.

Dediğimiz gibi özellikle İslamcılara göre buradaki temel anlayış, İslam’ın sosyal bir din olduğu yani tevhit ilkesi gereği siyasetten cinselliğe hayatın her alanını düzenlediğidir. Bu nedenle İslami ekonomiden, İslami siyasal sistemden vb. bahsedilmektedir. Bu bakış açısı, İslam yorumlarında önemli bir yer tutmuş ve iktisadi faaliyetin de İslami normlara göre düzenlenmesini savunan önemli bir çevre var olagelmiştir. Örneğin köktenci yorumların öncüsü sayılan Gazali, dini ve ahlaki hayatın gerçekleşmesinin şartı olarak gördüğü iktisadi faaliyeti, farz-ı kifayeler, yani sosyal görevler arasında saymıştır. Bunun sonucu olarak ana amaçla uyumlu hale getirmek üzere iktisadi faaliyet için hukuki ve ahlaki diye nitelediğimiz prensipler ileri sürmüştür.

Bu perspektifle yorum yapan İslam yorumcularına göre, “İslam'ın nasıl bir hukuk yönü varsa aynı şekilde bir iktisat yönü de vardır. Bu hususta teorik olarak İslam’ın ekonomik modellerini Kuran'a ve sünnete dayanarak ortaya koymak yeterlidir.”

Tarihsel olarak İslam ekonomisi kavramının çıkışı tartışmalıdır. Kimi kaynaklara göre İslam ekonomisi kavramı yeni bir kavram olup Hindistan’daki Müslümanların ortaya çıkardığı bir kavramdır. 1970’lerde Prof. Muhammed Hamidullah tarafından diğer İslam ülkelerine bu arada Türkiye’ye aktarılıp geliştirilmiştir. Timur Kuran ise kavramın kaynağını daha eskilere dayandırır. Kuran’a göre “İslam ekonomisi kavramı, İslam’ı tam bir yaşam biçimine dönüştürmeye çalışan Pakistanlı düşünür Seyyid Ebu’l-A’la Mevdudi’nin (1903-79) eserlerine dayanmaktadır.”

Kavramın kaynaklarından olarak gösterilen Mevdudi, ‘İslam ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri’ adlı kitabında İslam ekonomisini ana hatlarıyla anlatır. Mevdudi, kitabı boyunca kapitalizmin de komünizmin de aslında ne kadar büyük kötülüklere yol açtığını söyler, İslam ekonomisinin ise serbest ekonomiyi belli kurallar ve sınırlara bağlayarak en mükemmel ekonomik işleyişi sağlayacağına inanır.

ANA HATLARIYLA İSLAM EKONOMİSİ
İslami ekonomiyi ana hatlarıyla incelediğimizde girişimciliğin, üretimin, kazanmanın kutsandığı, ancak kazancın zekat vs. yöntemlerle sosyal adalete yönlendirildiği ve işlerin İslami etik değerlere bağlı yapıldığı söylenebilir. Yani bir çeşit sınırlandırılmış ve ahlaki normlara bağlanmış kapitalizm. Mevdudi, “İslam da diğer içtimai ve medeni milletlerin hür iktisada koyduğu hudut ve kayıtlar gibi kayıtlar ve hudutlar koyar. Böylece İslam, hür iktisatta kapitalizmin haksız, kötü hususiyetlerini, izlerini ve neticelerini doğuran bütün yolları kapar” der.

Bu açıklamadan da görüldüğü gibi İslam ekonomisinde kapitalist üretim biçimi ve tasarrufta bir beis görülmez ancak bir yere kadar sınırlayarak onu ahlaki bir norma çekmeye çalışır. İrfan Ul-Haq, “İslam ekonomik girişimi ve üretimi toplum için gerekli ve yararlı bulur. Öte yandan çalışmayı ve ailesini geçindirmeyi önemseyen İslam tasarrufu da öğütler” demiştir.

İslam mali işlerde bireylere ihtiyaçlarından fazla biriktirmeye, başkasına ödünç vermeye, ticarette sanayide ve diğer sanat kollarında kendisi veya kâr-zarar müşterek olmak üzere başkasıyla ortaklaşa çalıştırmaya müsaade eder. Fakat eğer mal biriktirirse yüzde 2.5 zekat adı altında vermesi gerekir. Eğer başkasına ödünç verirse de verdiği malın ana sermayesini alır, asla faiz alamaz.

KÂR-ZARAR ORTAKLIĞI
İslam ekonomisi kâr-zarar ortaklığı mekanizmasına çok büyük önem atfeder. İslam her sözleşmede akit taraflarının kâra olduğu kadar zarara da iştiraklerini talep eder. İslam’ın ilk dönemlerinde kullanılmış olan ve klasik İslam hukukunda yeri olan iki kâr-zarar ortaklığı tekniği özellikle ilgi çekmiştir, ki bunlar ‘müdarebe’ ve ‘müşarakadır’. Bu kavramlar İslam ekonomisi içindeki finans enstrümanlarıdır. Müşaraka, sermayedarın ve emek sahibinin bir işi gerçekleştirmek üzere birlikte emek ve sermayelerini koymalarıyla girdikleri ortaklık şekli olarak bilinmektedir. Müdarebe ise 1. ortaklardan bir kısmının sermaye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan ortaklık olarak bilinir. Müdarebede bir yatırımcı ya da bir yatırımcı grubu sermayesini bir girişimciye emanet eder. Girişimci bu sermayeyi üretimde ya da ticarette kullanır; sonuç olarak da elde kalan paranın önceden belirlenen bir bölümü yatırımcılara, kalan bölümü de harcadığı emek karşılığında girişimciye kalır. Bunların dışında bir de murabaha vardır. Murabaha ise finansör kurumun, kredi sağladığı şirket adına mal alıp, vadeli olarak o kuruluşa belli bir kâr marjıyla malı satması olarak bilinir. Özellikle murabahanın faizciliği çağrıştırdığına yönelik eleştiriler vardır. Gerek müdarebe gerekse müşaraka gelişmiş ekonomilerdeki risk sermayesi (venture capital) sektörlerinin kullanıldığı finans tekniklerine benzemektedir.

İSLAM EKONOMİSİNİN KAPTİLAZİMDEN FARKI VAR MI?
İslam ekonomisi kavramına yönelik pek çok eleştiri de sunulmaktadır. Bunlar; İslam ekonomisinin bilimsel ve rasyonel olmadığı, İslam ekonomisi kavramının özünde kapitalist ancak bazı sosyal vurgularla revizyona uğratılmış çorba bir sistem olduğu, İslam ekonomisi kavramının siyasi gerekçelerle uydurulmuş olduğu gibi eleştirilerdir.

İslam ekonomisi kavramının bilimsel olmadığı tezi Muhammed Bakır Sadr gibi bazı İslam yorumcuları tarafından da paylaşılmaktadır: “Biz İslam ekonomisi kelimesini kullanırken direkt olarak ekonomi ilmini kastetmiyoruz. Çünkü bu ilmin doğuşu henüz yenidir. İslam dini bir davet dinidir. Bir hayat programıdır. Dolayısıyla da ilmi araştırmalara girişmek bu dinin asli görevlerinden değildir. Biz İslam ekonomisi derken İslam’ın ekonomik doktrinini kastediyoruz.”

Fred Halliday’e göre de bu kavram bilimsel olmadığı gibi irrasyoneldir de. Halliday’a göre, “İslami bankacılık, İslami havacılık veya İslami matematik gibi bir şey olmadığı gibi, İslami iktisat diye de bir şey yoktur.”

Bilimsel olmadığı söylenen ve irrasyonel bulunan bu kavrama yöneltilen diğer bir eleştiri, İslam ekonomisinin özünde kapitalist bir model olduğudur. Gerçekten de diğer tek tanrılı dinler gibi İslam’ın da kapitalist ekonomik sistemle bir sorunu olmadığı, hatta kazanç uğruna pek çok kuralının esneyebildiği bir gerçektir.

Örneğin Maxime Rodinson’a göre “Dinsel bir öğretinin taraftarlarının ekonomik davranışı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu dolaylı olarak ya da açıkça öne süren tezler şayet gerçek olsaydı, İslam’ın bir konuda çok etkili olmasını beklemek gerekirdi. İslam, yoksullara adil davranılmasını, insanların acılarına şefkatle eğilmeyi buyurduğuna göre Müslüman kapitalistlerin ücretli işçilerini aşırı çalıştırmamaları, onları büyük yoksulluk içinde bırakmamaları gerekirdi. Fakat bu kapitalistlerin işçilerine insanca davrandığını öne sürmeye kimsenin kalkışmamış olması anlamlıdır.”

Halliday’e göre de “Güney Asya da dâhil olmak üzere Müslüman toplumların ekonomik davranışının tarihi, yerel norm ve ihtiyaçlara uyum gösterme ve mümkün olduğunda uluslararası finans mekanizmalarına aktif olarak katılma tarihidir.”

Gerçekten de İslamcıların ekonomik davranışlarının mevcut ekonomik sistemlerden çok da farklılaştığını söylemek zor. Örneğin faizsiz kazanç ürünü olan ‘murabaha’, uygulamada, Batı’daki finans şirketlerinin faize dayalı mali uygulamalarından yalnızca görünüşte ayrılır. Timur Kuran’a göre “Pakistan’da bankacıların müşterilerine sürekli olarak murabahayla faize dayalı kredi işlemleri arasında fark olmadığını söylemeleri hiç de şaşırtıcı gelmemelidir.”

Bu eleştiriler sonrası yapılan son eleştiri, aslında diğer eleştirileri de içinde barındırır. O eleştiri de Timur Kuran’ın sıkça bahsettiği İslam ekonomisinin özünde siyasal bir olgu olduğudur. Yani İslam’ın siyasal hegemonyasının çeşitli nedenlerle yükseldiği durumlarda İslam ekonomisine ilgi de artmaktadır.

Avrupa tarihinin geldiği nokta, geçirdiği siyasi devrimler, ‘Hıristiyan ekonomisi’ gibi bir kavramı gereksiz kılmış olabilir. Ancak İslam coğrafyası için dinin siyasallaşmasıyla paralel olarak ekonominin de dinselleştirilmeye çalışıldığı gibi bir gerçek de var. Bu da özünde dinselden çok politik bir gerekçedir.

Kapitalist sistemdeki devlet-piyasa ilişkileri ile İslam ekonomisindeki devlet-piyasa ilişkileri bazı farklarla da olsa benzer özellikler taşır. Özel mülkiyeti kollayan, piyasa ilişkilerini geliştirip yurttaşların güvenliğini sağlamak dışında bir konumdadır. Kapitalist sistemde özel mülkiyetin olmadığı bir sistem, piyasa ekonomisi sistemi değildir. Piyasa düzeninin işleyişinde zorlamanın yeri yoktur. Devletin görevi de bu piyasadaki faaliyetlere müdahale etmek değil onu korumak ve düzgün işlemesine zararlı eylemleri önlemektir. Özünde İslam ekonomisi de bundan çok da farklı şeyler söylemez. İslam ekonomisi özel mülkiyetin gelişimine büyük önem verir. Fert ve cemiyete zararlı görüldüğü haller hariç İslam mülkiyeti hiçbir ayrım yapmadan herkes için bir hak olarak görür.

Muhammed Bakır Sadr, “Ekonomi alanında özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade etmek önemli bir prensiptir” demiştir. Mevdudi de “Ferdin düşüncesinde, çalışmasında hür olmaksızın şahsiyetinin gelişmesi, feyizli bereketli olması mümkün değildir” diye belirtir. Rodinson’a göre de “Ekonomik faaliyeti, kazanç peşinde koşmayı ve son olarak pazar için üretimi hem Kuran hem de gelenek makul karşılamıştır.”

Yani İslam ekonomisinde devletin rolü, serbest ticaretin en geniş ve rahat şekilde uygulanabileceği bir ortamı yaratmaktır. İslam ekonomisinin piyasa düzenine karşı olduğu tezini kanıtlayabilecek pek az örnek bulunabilir. Timur Kuran’a göre İslam’a dayalı ekonomik yapılarda ahlaka büyük önem verildiği düşünülürse devletin yetki alanı ve merkezi planlamanın yararları konusunda fikir birliği sağlanmış olması beklenebilir. Ancak bu amaca ulaşılamamıştır. İslam ekonomisi yazınında devlet mülkiyeti ve merkezi planlama yerine çeşitli savlar bulunduğu gibi, özel mülkiyet ve piyasa mekanizması lehine de birçok sav bulunmakta, bunların hepsi de Kuran ayetleri ve hadislerle desteklenmektedir.

İslam ekonomisi belki de en net kuralını bölüşüm üzerine getirmiştir. İslam’ın beş şartından birisi olan zekat kavramı, bölüşümde adaletin sağlanması için getirilmiş bir kaidedir. İslam ekonomistleri, zekatın kapitalizmdeki vergiden daha üstün olduğunu düşünür. Çünkü onlara göre vergi kaçırmak mümkün olsa da dinsel kaygılarla zekat kaçırmak mümkün değildir. Zekatta bir zorunluluk olmakla beraber gönüllülük de vardır. Ancak vergide bu yoktur. Sonuç itibariyle vergi ile zekat arasında derin farklar olmamakla birlikte, İslam ekonomisi zekatı dinsel bir gereklilik olarak göstererek, vergi sistemini kolaylaştırma yoluna gitmiştir. Dolayısıyla burada da mutlak bir sosyal adaletçilikten söz edilemez.

İslam ekonomisinin zenginliğe önem vermediği söylemi de kanıtlanabilir değildir. Hamidullah’ın anlattığı şu anekdot ilgi çekicidir: “Bir gün Hz. Peygamber, ashabından birisini acınacak bir halde gördü. Sebebini sorunca zat şöyle cevap verdi: ‘Ya Resulallah ben hiç de fakir değilim. Yalnız servetimi kendi nefsim için harcamaktansa fakirler için harcamayı tercih ediyorum.’ Bunun üzerine peygamber efendimiz, ‘Hayır, Allah kullarına ihsan ettiği nimetleri onların üzerinde görmek ister’ buyurdu.”

Özetle İslam ekonomisi kapitalizmin özüyle uyumlu ancak iş yapış şekillerinde ve kazancın değerlendirilmesi konusunda farklılıklara sahiptir. İslam ekonomisi yazınının özünde liberal ideolojiyle ne kadar uyumlu olduğu yine Hamidullah’ın, “İslam’a göre esas önem ferttedir, toplumda değildir. Cemaatte değildir, ümmette değildir. Fert, cemaat için değildir. Bilakis cemaat, fert içindir” sözüyle de anlaşılabilir. Yani İslam ekonomisinin adaletçi olduğu ya da İslam ekonomisi varken sosyalizm gibi başka sistemlere gerek olmadığı gibi öne sürülen İslamcı ya da bu dalgaya kapılmış tezler gerçekçi değildir.

***
Fethullah Gülen: İslâm sosyalizmi diye bir şey var mı?
İslâm sosyalizmi bir fantezi olarak bazı İslâm müellifleri tarafından bir süre üzerinde durulan bir konu oldu. Her şeyden evvel hemen şunu ifade edeyim ki, bu konuyla alâkalı bir iltibas ve karıştırma söz konusu.

Sosyalizm, sosyalleşme ameliyesini esas olarak ele alma, her şeyin temeline bu görüşü yerleştirme, ondan sonra da dinden güzel sanatlara kadar hayata ait her şeyi buna bağlama düşüncesi demektir. Bu mânâda İslâm ile sosyalizmin hiç mi hiç alâkası yoktur. Ancak İslâm’a bir sosyalizm ilâve etmek isteyen kimseler, bizim içtimaî dediğimiz yönü nazara vermek istiyorlarsa tabiî ki İslâm’ın da engin bir içtimaî yönü vardır. Ama İslâm, bütün mekanizmalarıyla içtimaîliğin emrinde değildir ve sosyalizmin İslâmî yapının temeli şeklinde algılanması da yanlıştır. İslâmî yapının temelinde, imanın erkânı ve İslâm’ın şartları olan on bir temel rükün vardır. Bu itibarla da İslâm, iman ve islâmın şartları üzerine müessestir.

Bunlardan zekât gibi çok mühim bir müessese İslâm’ın içtimaî yapısını çok yakından alâkadar eder. Zekât müessesesi ve sair teberruat konuları bu hususun önemli bir çizgisini teşkil etmektedir. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm’ın temel on bir rüknünden sadece bazıları bu meseleye bakmaktadır. O bakımdan da İslâm’da, komünistlerin ve sosyalistlerin iddia ettikleri gibi her şeyin temelinde iktisat ve ekonomik yapı esas değildir. Nasıl olur ki, bu anlayışta bir bakıma dini de güzel sanatları da ve toplum üzerinde müessir olan daha başka faktörleri de inkâr vardır. Bir kere Marksist felsefede her şeyin cebrî determinizmaya bağlanması söz konusudur. Bu büyük bir yanlışlıktır ve tenakuzları da ortadadır. Bu düşünce sistemini batıda ve doğuda binlerce münekkit tenkit etmiş ve Marksizmin tutarsızlığını ortaya koymuşlardır. Bu mânâda İslâm ile sosyalizm arasında çok azim ve ciddî bir fark söz konusudur.

Burada bir noktaya daha dikkatinizi istirham etmek istiyorum. Türkiye’de yetişmiş herkesin, kendilerini sevip saydığı –tabiî ki sevmeyenler de olabilir– iki mühim ilim adamı vardı. Bunlardan biri hakikaten velud bir dimağ, şark ve garp düşüncesini yerinde değerlendirebilmiş ve felsefenin özüne bihakkın vâkıf, hususiyle de Bergson mektebine çok saygılı, Anadolu’nun yetiştirdiği nadide simalardandı. Diğeri de memleketimizde köksüzlükle, nesebi gayr-i sahih fantezilerle mücadele etmede kararlı ve millî bünyede mahutlar yarasına ilk defa neşteri vuran oldukça yetişkin bir entelektüeldi. Her ikisi de çeşitli gazete ve mecmualarda konuyla ilgili yazılarıyla tanınıyorlardı.

Bu iki müellif de yazılarında sosyalizm çeşitlerinden bahsederek “İslâm sosyalizmi”ne imada bulunmuşlardı. Aslında batılı müellifler de bu mevzuda pek çok sosyalizm çeşidinden bahsederler. Ama bana öyle geliyor ki İslâm sosyalizmi derken, İslâm’ın içtimaî yönü vurgulanarak o her şeymiş ve İslâm ondan ibaretmiş gibi gösteriliyordu. Hâlbuki böyle deneceğine, Merhum Kutup’un “el-Adâletü’l-içtimaiyyetü fi’l-İslâm – İslâm’da içtimaî (sosyal) adalet” kitabında dediği gibi, sosyal adaletin İslâm’daki öneminin vurgulandığı hatırlatılabilirdi; zira İslâm’da bunun yanında daha yüz fakülte vardır. Bunların da kendilerine göre fonksiyonu, tesiri, icrası söz konusudur. Bu itibarla içtimaînin de ayrı bir müessiriyeti ve yeri vardır denebilirdi.

Allah indinde hak din ancak İslâm’dır. Mesele böyleyken Karl Marks ve emsalinden kalma nesebi gayr-i sahih bir düşünceyi İslâm’da esasmış gibi kabul edip temel taşı sayma, İslâm adına ciddî bir yanlış anlamadır. Cenâb-ı Hak bizi iltibaslardan muhafaza buyursun!

* * *
Bu meselede bir kavram karmaşıklığı ve mefhum keşmekeşliği de söz konusudur. Frenkçe bir ifade olan sosyalizm kelimesi yer yer Müslümanlıktaki içtimaînin karşılığında kullanılmıştır. İçtimaînin Müslümanların hayatında çok büyük yeri vardır. Evet, İslâmiyet’te fertten, kabilelerin refah ve saadetinden, kapitalist ve feodalist sistemin getirdiği şeylerden daha ziyade topyekün toplumun huzur ve saadetini esas alma esprisi söz konusudur. Bu yönüyle İslâm, çok müesseselerinin yanı başında içtimaî hayata bakan yönüyle bir faikiyet arz etmektedir.

Her şeyden evvel dünyada en modern beşerî sistemlerde hedef olarak insan ele alınmaktadır. Onlara göre, bir devlet mutlaka lâzım ama ne bir zümre diğer zümreyi ne de bazı fertler diğer fertleri istismar etsinler. Devletin fertlere baskısı olmasın; fert, kazanma, yeme, içme, gezme hürriyet ve serbestiyetine sahip olsun. Keza düşünceye baskı yapılmasın; insanlar, istediği gibi konuşabilsin ve istediği gibi yazabilsin. Kanaatimce medenî olmak da ancak bu istikamette teşekkül etmiş bir toplumda gerçekleşebilir. Zira insanın huzur ve saadetini hedef almayan şeyler medeniyete de zıttır.

Esasen her medeniyette bir kısım açıklar, eksik ve gedikler bulmak mümkündür. Ne var ki bugüne kadar arkasından koşulan ve ideal sistem diye insanlığa dayatılan ve bir gün tahakkuk edecektir diye bugünden rüyaları görülen, hülyalarının arkasına düşülen sistemlerin eksiği gediği sayılmayacak kadar çoktur.

İslâm ise meseleyi hiçbir kişi ve zümreyi incitmeden, tabiat-ı beşere ve kâinata uygun şekilde tahakkuk ettirmiştir. Başka sistemlerde baskıyla tahakkuk ettirilen bu içtimaî sistem, İslâm’da gönül rızasıyla tahakkuk ettirilmiştir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir”, “Müslüman’ın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyurmuştur ki bunun yansımalarından oluşan pek çok misal pratik hayatta yaşanmıştır. Meselâ birisi kendisi evinde aç durmuş ama mü’min kardeşini doyurmuştur. Hicretten sonra ensar, muhacirlere kapılarını ve gönüllerini ardına kadar açarak onlarla her şeylerini paylaşmışlardır. Konu bu zaviyeden ele alındığında ne İskandinavya ne Rusya ne de Çin sosyalizminin henüz bu meselenin topuğuna dahi ulaşamadığı görülecektir. Bu hüviyetiyle İslâm, ilâhî ve rabbânî olduğu kadar içtimaî bir dindir. O, akidevî, amelî ve muamelevî fakülteleri içinde içtimaî alana da ciddî bir yer ve ağırlık vermiştir.

Günümüzde pek çok İslâm yazarları, biraz ona dayalı olarak içtimaîyi, sosyalizm istikametinde bir yorumla kullanmışlardır. Bundan ötürü burada bir mefhum karmaşıklığı meydana gelmektedir. İçtimaî, İslâm’ın çeşitli yönlerinden sadece bir yönüdür. Ondan evvel ve sonra gerekli olan daha bir sürü şey vardır ve o, bu şeylerden sadece bir tanesidir. “İslâm, sosyalist bir idaredir.” denildiğinde bütün fakültelerin kapılarına kilit vurulmakta ve sosyalizm âdeta baytarlık mertebesine yükseltilerek sadece beden ve cismaniyete bakan tarafa mahkûm gösterilmektedir. Oysaki bunun yerine şöyle denilebilir: İslâm’ın içtimaî yapısı, sosyalizmin çok önünde insana bir şeyler vaad etmekte ve bunları tahakkuk ettirirken de hiçbir zümreye baskı uygulamamaktadır. Çünkü mü’min bu mevzuda hasbilik ve fedakârlık yaparken Allah’tan O’nun hoşnutluğunu ve Cennet’i beklemektedir. Sahabe-i kiram, “Kim Allah’a karz-ı hasen verirse kat kat karşılığını alır.” (Bakara sûresi, 2/245) âyetini duyduklarında hemen bağlarını, bahçelerini, mallarını fukaraya vakfedivermişlerdi. Evet, milletine ve fakir fukaraya hizmet, muhtaçların imdadına koşma karşılığında Rabbin rızasını kazanma suretiyle Cennet’e girme vardır.

Peyami Safa bir kitabında, 150-160 çeşit sosyalizm sayarak bunlardan bir tanesinin de İslâm sosyalizmi olduğunu söylemiştir. İbadet ü taatte aşk ve şevkinin yanı başında önemli bir mütefekkir olan Nurettin Topçu da İslâm sosyalizmi tezi üzerinde durmuştur. İslâm’ı bu tür müesseselere bağlama, onun içinde mütalaa etme İslâm’ın ilâhî vahye dayanmasını hafife alma anlamına geleceğinden biz o mülâhazalardan uzak duruyoruz.

Hâsılı, İslâm, içtimaî yönü itibarıyla sosyalizmin çok önünde ve ilerisinde olarak, topyekün insanlığın huzur ve saadetini, devletin otoritesini, askerî yapının sağlamlığını tekeffül etmiş bir dindir. Bu hususiyetin, İslâm sosyalizmi olarak tavsif edilmesi ise kesinlikle doğru değildir. birgun.net/BARIŞ İNCE 20.10.2011