28 Aralık 2009 Pazartesi

Grev hakkı isteyen sendikalar: AB Sürecine destek vermelisiniz

Burada sendikaların farklı ideolojilere ayrılmasını yadırgamıyoruz. Yanlış olan kendi ideolojilerinin içerisinde hapsolmalarıdır. Farklı görüşlere sahip olan çalışanları yok saymalarıdır
Yıl 2009… Sendikalar grev hakkı için hala sokaklarda. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, memurların bir günlük ''uyarı grevi'' ile ilgili olarak, bir ülkede yasaların çiğnenmesine müsaade edilirse, o ülkenin yolgeçen hanına döneceğini ifade ederek, ''Hukukun önünde saygılı olmayanlar, yasalar önünde bunun hesabını verirler'' dedi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise; Kamu çalışanları vatandaşın günlük hayatını ıstıraba dönüştürme hakkına sahip değildir. Trenleri durdurup, insanların oradan yollarına devam etmelerini engellemek, trenlerin çalışmasını engellemek, sağlık kurumlarında vatandaşın sağlığının olumsuz etkilenmesi için bazı girişimlerde bulunmak, öğrencilerin okula gitmesinin önüne engel koymak, kamu sendikacılığı anlayışıyla bağdaşmamaktadır” şeklinde bir açıklama yaptı. Söz konusu grev hakkı olduğunda yıllardır buna benzer itiraz ve ikazları duyarız devlet yetkililerinden…

Sorun zihniyet sorunudur;

1947 yılında çıkarılan Cemiyetler yasası, derneklerin ve sendikaların kurulmasına imkân sağlıyordu. Ancak o dönem meclis konuşma tutanakları incelendiğinde sendikaların yıkıcı ve devlet yapımıza zarar verici örgütler olduğu noktasında bir kanaatin oluştuğunu görüyoruz. Aslında Türkiye’de sendikacılık alanında sorun, tam anlamıyla bir mantalite sorunudur. Hükümetler başından beri kamu sendikacılığını bir türlü içlerine sindiremediler. Daha açık bir ifadeyle devlet “baba” rolünü bir türlü üzerinden atamadı/atamıyor. Bu yüzdendir ki sendikaların işverene karşı çalışanlar adına elinde yasalarla belirlenmiş ve teminat altına alınmış yaptırım gücüne sahip taraf bir örgüt olduklarını bir türlü kabul etmek istemiyorlar.

Sendikaları sendika yapan ve onları kitle örgütü kılan ana unsur şüphesiz toplu sözleşme ve grev hakkıdır. Toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmayan kamu sendikacılığının bugünkü gördüğü işlev demokratik bir yanılsatmaya hizmet etmektedir. Bunun en iyi örneğini her yıl toplu görüşmelerde görmekteyiz. Sanki ortada iki taraf varmış gibi yapılan ancak son sözü bir tarafın söylediği diğer tarafın ise buna karşılık elinde yapabileceği hiçbir şeyin olmadığı bir sanal pazarlık sürecinde sendikaların ne denli etkisizleştirildiğini görmekteyiz. Hâlbuki kamu çalışanlarının sendikalaşma haklarını güvence altına alan uluslararası birçok metnin altına Türkiye’de imza atmıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi(1945), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi(1950), Avrupa Sosyal Şartı(1968), Yeni Avrupa için Paris Şartı(1990) ve 87.98.151 sayılı ILO sözleşmeleri gibi. Hükümetlerin AB talepleri doğrultusunda gerekli düzenlemeleri yaptıkları ülkemizde, kamu çalışanların toplu sözleşme ve grev hakları doğrultusunda bu hakkın iadesi için gerekli adımları hala atmamaları düşündürücüdür.

KKTC’de memurlar 1975 yılından buyana önceden bilgi vermeden bir gün, bilgi vermek suretiyle de on gün hak grevi yapabilmektedirler. Türkiye -anayasasına göre -uluslararası antlaşmalara ve mahkeme kararlarına uyacağına taahhüt etmesine rağmen hala bu hakkın iadesi için zorluk çıkarmaktadır.

Türkiye, AİHM tarafından haksız bulunuyor;

Uluslararası sözleşmeler ve AİHM kararları kamu çalışanlarının toplu sözleşme ve grev hakkı olduğunu söylüyor. Mahkeme kararlarına göre Türkiye bu konuda haksız bulunmakta ve tazminat ödemeye mahkûm edilmektedir. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Eğitim-Sen'in çağrısına uyarak, "iş koşullarının iyileştirilmesi" amacıyla 2000 yılında bir günlük greve katıldıkları gerekçesiyle mahkûm olan ve ceza alan 11 kadın öğretmenin açtığı davada Türkiye'yi haksız bulmuştu. AİHM, bir başka kararında sendikacı Erhan Karaçay'a sendika eylemine katıldığı için verilen cezayı haksız bulmuş ve iki yıl önce Türkiye'yi mahkûm etmişti. Strasbourg'daki mahkeme, memurların grev ve iş bırakma hakkını da bu kararla belirtmişti. Ayrıca AİHM, 2008'de Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası'yla ilgili aldığı kararında, "toplu sözleşme hakkı yoksa sendikal haklar işe yaramaz" diyerek, Türkiye'de memurların toplu sözleşme hakkının olduğunu ısrarla belirtmektedir.

Sendikalar AB sürecine destek vermek zorunda

Bugün grev hakkı isteyen ve her defasında AB’ye, uluslararası insan hakları sözleşmelerine referans gösteren sendikaların AB sürecine hala şüpheyle baktıkları ve bu sürece yeterli katkıyı sağlamadıkları görülmektedir. Artık Türkiye’de sendikalar evrensel değerler temelinde işlev görmeye başlamalıdırlar. Dar, yerel, ulusalcı bir zihniyetle sendikacılığın gelişmediği ortadadır. Grev hakkı söz konusu edildiğinde uluslararası insan hakları belgelerine başvuran sendikalar nedense zorunlu din derslerinden, kılık kıyafet yönetmeliğine, katsayı adaletsizliğinden, anadilde eğitime ve nöbetçi öğrenci meselesine varıncaya kadar birçok konuda içe kapanmaktadırlar. Hala kendi ideolojilerinin içerisine hapsolmuş, farklı görüş, inanç, ırk ve mezheplere kapalı dar bir zihniyetle sendikacılık yapma gayreti güden örgütler bulunmaktadır. Türkiye’deki sendikaların bir kısmı artık resmi ideolojinin sözcülüğünü yapmak yerine farklı düşünceye ve inanca sahip çalışanların haklarını da savunabilecek bir erdemlilik örneği gösterebilmelidirler.

Türkiye’de sendikalar AB sürecine tam destek vererek proje ve stratejileriyle hem içeride hem de dışarıda ülke demokrasisinin gelişmesine katkı sağlamalıdırlar. Özgür bireylerin, özgür toplumun ve özgür sivil toplumun oluşturulması adına ortaya atılan fikirlere, projelere ve en önemlisi duygulara gerçekten çok ihtiyacımız olduğu bir dönemdeyiz. Özgürlük mücadelesinin, fikir ve düşünce yolunda, insanlaşma yolunda ne büyük bir değer kazanımı olduğunun bilinmesi gerekir. Ancak öncelikle, bir yerlere eklemlenmeden, bağımsız, gücünü sivillerden devşiren, özgürlükçü, ortak bir zeminde sorunların konuşulup tartışıldığı ve çözüm üretildiği, söylemleri, bakış açısı tarihsel ve toplumsal gerçekliğe dayanan, demokrat bir “sivil örgüt” zihniyetinin oluşturulması gerekmektedir.

Ülkemizde faaliyet gösteren sendikaların birçoğunun kurulmasında siyasi parti başkanlarının öncülük ettiği bilinen bir şeydir. Bu bakımdan ülkemizde örneğin; iktidarın sivil toplumu, ulusalcıların sivil toplumu, solcuların sivil toplumu, milliyetçilerin sivil toplumu, A Partisinin, B Partisinin sivil toplumu gibi birbirinden farklı ideolojilere ayrılan birçok sivil örgütlenme bulunmaktadır. Burada sendikaların farklı ideolojilere ayrılmasını yadırgamıyoruz. Yanlış olan kendi ideolojilerinin içerisinde hapsolmalarıdır. Farklı görüşlere sahip olan çalışanları yok saymalarıdır. Toplumsal olaylar karşısında gösterdikleri tutucu ve cemaatçi bakış açılarıdır. Yanlış olan bir türlü evrensel kriterlerde sendikacılık yapamadıklarıdır.

İçe kapalı, şeffaf olmayan kutsal devlet modellerinde; liyakatsizliğin, ayrımcılığın ve her türlü yolsuzluğun beslendiği, ayrıcalıklı ve imtiyazlı sınıfların oluştuğu, halkınsa sürekli aşağılandığı ve mağdur edildiği bir toplumsal yapı oluşur. Sendikalar böyle bir toplumsal yapıda demokrasiyi, eşitliği ve hukuku işleterek bağımsız, özgür ve hukukun üstün olduğu bir toplumun inşasında aktif rol oynayabilirler. Ancak bunun için “sınırları aşmak” gibi bir gayretimiz olmalı…  Ufuk Coşkun: Eğitimci-Yazar