1 Kasım 2010 Pazartesi

Mahir Sayın: Hanefi Avcı Elde Ettiği Bilgilerin Bir Kopyasını Kendisine Ayırmış


Bu pervasız tezgaha teslim olmam! 
Mahir Sayın, dünkü BirGün’de yayınlanan açıklamalarında, Devrimci Karargah Örgütü ile hiçbir ilişkisinin olmadığını, son tutuklamaların Hanefi Avcı-Fethullah Gülen cemaati arasında bir kapışmadan kaynaklandığını ve devrimcilerin bu komploya alet edildiğini açıklamıştı.   Sayın, Hanefi Avcı’nın cemaate ve AKP’ye zarar verecek şeyler söylemesi için sonuna kadar susturulacağını belirtmişti. Avcı, görüşmenin bugünkü bölümünde, kendilerine karşı çıkan ama  cemaati aklayan sola ve Türkiye’ye dönüp dönmeyeceğine ilişkin sorulara cevap veriyor.

Hanefi Avcı İçerde Kalp Krizi Geçirebilir


Hanefi Avcı içerde kalp krizi geçirebilir!


 Mahir Sayın, bu operasyonun devrimcilere bir komplo olduğunu düşünüyor. Sayın, eski Kurtuluşçu Necdet Kılıç ve Hanefi Vacı ilişkisinden haberi olmadığını, bilgisi olsaydı Kılıç’ı semtine bile uğratmayacağını söyledi

Mahir Sayın, İsviçre’ye gittikten bir süre sonra, polis Devrimci Karargah Operasyonu başlattı ve İstanbul’da çok sayıda devrimci ile, Eskişehir eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’yı da gözaltına alındı. Sanıklar tutuklanınca, yandaş medyada örgütün lideri olarak Mahir Sayın gösterildi. Sayın, e mail aracılığı ile sorularımızı yanıtladı.


Sizin etrafınızda bir komplonun döndüğü kesin. Siz de ‘komplo açığa çıksın döneceğim, ifade vereceğim’ dediniz. Geçen sürede kamuoyunun bildiği şeyler dışında yeni bir bilgi edindiniz mi?  Olup bitenler nasıl bir çerçeveye oturtuluyor?

4 Nisan 2009’da İstanbul’da Orhan Yılmazkaya çatışmada öldürüldü ve Selimiye kışlasına havan atılmasıyla kulağımıza takılmış olan Devrimci Karargâh isimli örgütün varlığından hep birlikte haberdar olduk. Örgüt daha önceleri Sosyalist İktidar Partisi içerisinde çıkan bir ayrılıktan neşet etmiş. Bedreddinciler olarak 2005 yılında SDP’ye katılmışlar ve daha sonra kanımca içlerinden bir kısmı öncü savaşı türü bir anlayışı benimseyerek SDP’nin uzaktan yakından alakası olmadığı bir rotaya girmişler. SDP genel başkanı ve MYK üyelerini örgütle ilişkilendiren işte bu ilişkidir. Öncü savaşı rotasını benimseyen kesim daha sonra Dev - Sol ve Partizan Yolundan kalan birileriyle bir araya gelip PKK kamplarında eğitim görüyor ve silahlı mücadeleye sanırım Selimiye eylemiyle başlıyorlar.

AKP binası ve Selimiye eylemi gibi birkaç eylemden sonra Orhan Yılmazkaya’nın öldürülmesiyle birlikte örgütün çok önemli bir kesimi tutuklanıyor. İkinci bir operasyonla da tutuklama genişliyor. O kadar ki, bizim operasyona galiba DKÖ’den tutuklayacak kimseyi bulamamış olmalılar; zira tutuklananlar arasında sadece SDP’liler, TÖP’lüler, Necdet Kılıç ve Hanefi Avcı var. Bir de galiba hepsini birleştiren ben! Neoliberalizmin esnek çalışma sistemine benziyor; Ana firma yok ama ona çalışan bir yığın yan firmalar var.

Gizlilik kararı alınmış olduğundan yeni iddialarda neler var bilmiyorum ama eski dosyaları incelediğimde bugün suçlanan insanlar için hiçbir doğrudan suçlama söz konusu olmadığın gördüm. Bütün mesele söz konusu partiden birilerinin silahlı mücadele yoluna girmiş olmaları. Bir de bazıları öldürülen insanın cenazesine katılmak gibi ağır bir suç işlemişler. Bununla kimseyi suçlamak mümkün değildir.

Peki bütün bunların sizinle ilişkisi ne? Nasıl kuruluyor?
Benim ilişkim ise incelenen bir bilgisayarda Toplumsal Devrimler Ansiklopedisi için Kurtuluş Hareketi üzerine belki 20 yıl önce yazdığım bir makalemin çıkmasından ibaret. Üç dört kitap ve yüzlerce makale yazmış bir yazarın makalesini bulundurmuş olmak ilişki olacak ise benim dünyada yargılanmayacağım dava kalmaz.

Bunların hiç biri zaten suçlama nedeni değil. Tutuklananlar somut olarak nelerle suçlandıkların anlamadıklarını söylüyorlar. Ama o kadar pervasız ve yaptıklarının hesabının sorulamayacağından eminler ki, yargıyla alay edercesine “son tezgah” sıfatıyla adlandırdıkları gizli tanık tam da neoliberalizm mantığına uygun biçimde bu örgütün eski tipte değil “ileri teknoloji kullanan yeni tipte bir yapı” olduğunu iddia ederek durumu akla uyduruyor. Yani yasal planda kurulması için çaba gösterdiğimiz Çatı Partisinin bambaşka bir konsept içerisinde DKÖ olduğunu iddia ediyor ve bu iddialara TC yargısı da itibar ediyor.

TC polisi artık yeni bir yöntemle çalışıyor. Suçu ispat etmekle uğraşmıyor; suçluyu ilan ediyor ve artık suçlanan masumiyetini ispatlamakla yükümlü oluyor. Bütün totaliter rejimlerin kullandığı masumiyetini ispatlama sendromudur bu ve neoliberalizmin ihtiyaç duyduğu totaliter devletin hegemenoyası da buradan geçmektedir. Örneğin Tuncay Yılmaz’a, tekel direnişi sırasında (Şubat 2010) yaptığımız bir telefon görüşmesi soruluyor. Tuncay Yılmaz beni kaybetmiş ve telefonda soruyor:

-“Abi nerdesin? Yanıtlıyorum:

-“Gel, gel, Maydanoz Kahvedeyiz. İşçiler, sendikacılar, devrimciler, herkes burada. Burada devrimci bir karargah kurduk!”

Maydanoz Kahve,  direniş alanında bulunan bir kahvenin adı. Tuncay bu suçlamayı duyunca “bu şaka ya, böyle suç mu olur mu?” diyecek oluyor ki, sorgucu gayet emin, “o size göre öyle!” diye yanıtlıyor. Ayrıca Demokrasi İçin Birlik Hareketi DKÖ ile hiçbir alakası olmasa da “Öcalanın talimatıyla yaratılan bir mekanizma “ babından sorgunun  (bu arada sorgunun adının da videolu mülakat olduğunu öğrendik) tamamlayıcı parçası oluyor.

Bu kadar birbiriyle alakasız görünen insan yan yana getiriliyor ama tiyatronun asıl önemli sahnesi bundan sonra: Eski İstanbul İstihbarat Dairesi başkanı, Eskişehir Emniyet  müdürü, bizim işkence faaliyetleri ve susurluk vakasından bildiğimiz Hanefi Avcı “dava arkadaşımız” olarak yanı başımızda ortaya çıkıyor. Suçlama müthiş: Tam 35 yıl bizi yakalamak için didinmiş bir polis bizim post modern örgütümüze yardım ve yataklık etmiş!

Kim, nasıl, ne, nerede, neyle, ne zaman filan gibi soru zamirleri zihnimizde aletli jimnastik yapmaya hazırlanırken öğreniyorum ki, bana  “aman kaç, geliyorlar” haberini iletmiş. İşte örgütle şimdilik bilinen ilişkisi, yardım yataklığa bu. Kendi kaçmıyor, başka kimseye kaçın demiyor. Bir tek bana önem veriyor. Demek epeyce önemli biriyim onun ve tüm bu post modern örgüt için. Bense gelen habere aldırmadan, Ankara, Antakya, İstanbul, İzmir, Aydın, Sisam, fink atıyorum. Hatta bir ara Davutlar’da reklam filmi çeken “görevliler” beni de iyice bir çekiyorlar.

Ben vatani görevini yerine getirmemiş biri olarak 2002 yılında TC vatandaşlığından çıkarılmışım. Bunu 2004’de öğrendikten sonra İsviçre vatandaşı oldum. Dolayısıyla İsviçre kimliğimle 14 Eylül’de Sabiha Gökçen Havaalanından Türkiye’yi “normal şartlar” altında terk ettim. Beni çoktandır arıyorlardıysa benim TC gümrüğünden geçememe gerekirdi. Demek ki, beni benim gittiğimden emin olduktan sonra aramaya başladılar. Kuşadası’ndayken gidip gitmeyeceğime emin olmadıkları için yakın takibe almışlar ve muhtemelen telefon konuşmalarımdan da Yunanistan’ın Sisam adasına gidip geri geleceğimi öğrenmişlerdi. O nedenle operasyonu başlatmadılar. Nasıl olsa bir gün gidecektim. Onu da yine telefon konuşmalarımdan öğrenmiş olmalılar. Eylül’ün 2’sinde İsviçre biletimi aldım. Onlar da operasyon hazırlıklarını ona göre yaptılar. 21 Eylülde benim “kaçtığımın” kesinleşmesiyle birlikte ben geri gelmeden operasyonu başlattılar. Biliyorlardı ki, ay sonunda geri dönecektim. Bir de basına sızdırdıkları bilgiler içerisinde “Mahir Sayın’ın kaçtığının anlaşılması üzerine operasyonun öne alındığı” yalanı var.

Sizce bu davadan devrimciler açısından ne sonuç çıkacak?
Birincisi enternasyonalist sosyalistler bir zaman için paralize edilmiş oldu. Zaten bir zamandır ki, saldırılar da yoğunlaşmıştı. Antalya il başkanımız ve yönetim kurulu üyemiz, yine Edirne il yönetim kurulu üyemiz tutuklanmış, yazı işleri müdürümüz onlarca yıl hapse mahkum edilmiş, nato eylemleri dolaysıyla birçok arkadaşımıza dava açılmış, ve nihayet Samsundan dört arkadaşımız da birer yıllık cezalarını çekmek üzere hapse atılmışlardı. Buna bir de Adana il örgütümüzün bombalanması eklendi.  Halihazırda  başta SDP genel başkanı olmak üzere13 devrimci hala Silivride yatıyor ve mevcut uygulamalara  bakılırsa epey bir zaman daha yatacaklar. Cumhurbaşkanı tutuklamaların cezaya dönüşmemesi gerektiğini söyledi ama şimdi artık bu kesin bir uygulama. İşken nadir belki ama, şüphelendiğini at içeri ve o orada masum olduğunu ispatlayıncaya kadar yatsın. Bu apaçık bir cezalandırma yöntemi oldu. Tabi bunların hepsi bu suçlamalardan beraat edecekler. Ama korkarım ki, yazdıkları, söyledikleri şeylerden dolayı yattıkları boşa gitmesin diye başka türlü mahkûm edilecekler.

Hanefi Avcı’nın cephaneliği bitti mi? Sizce hala konuşacak sözü var mı?
Hanefi Avcı ise sonuna kadar susturulmaya çalışılacak. Çünkü konuşmaya devam eder, söyledikleri itibar görür ise iş tam Kral çıplak hikâyesindeki gibi olacak. Herkes biliyor ki, en azından emniyet Fettullahçılarla doludur. Buna itiraz eden yok. Mesele bu doluluğun bir işgale tekabül edip etmediğidir. Hanefi Avcı bunun bir işgal olduğunu anlatıyor. İşte bu durumu ortadan kaldırmak gerekiyor. Bunu için Avcı üzerinde her şeyi deneyecekler. Ne kadar dayanıklı çıkar, cephaneliğinde neler var bilemiyorum. Her sonuç mümkün. AKP’yi tepetaklak edecek sonuçların çıkması ya da Avcının bir kalp krizi geçirmesi  bile mümkün olabilir.

Ama şimdiye kadar gördük ki, ne susurluktan bir şey çıktı, ne de Ergenekondan. Devlet fazla yediğinde arada bir bağırsaklarını boşaltıyor. Ama bizler de bu siyasi gerçekleri bıkmadan yığınlara anlatmaya devam etmeliyiz. Burjuva devletinin ne kirli bir yapılanma olduğunu bu örnekleri didik didik ederek ortaya koymaktan bıkmamalıyız. Bunların hepsi bir birikim yaratıyor. Gün gelir, Güney Amerika’yı dolaşmakta hayalet bizi de bulur. Bu hayaleti erkenden çağırmak böyle vesileleri ortak mücadele zemini olarak değerlendirmekten de geçiyor. Bu memleket 60’lı 70’li yılları da yaşadı. Aynı çelişkiler duruyor; Yine yaşar. Yaşanması için Sosyalistlerin bu olayı iktidara karşı bir koçbaşı olarak kullanarak ortak mücadele zeminleri oluşturmaları artık epey geç kalmış bir girişim olacaktır.

Devrimci Karargâh operasyonunda tutuklanan Necdet Kılıç’ı eski bir Kurtuluşçu olarak tanıyorsunuz.  Aynı davada tutuklanan Hanefi Avcı da Necdet Kılıç’ın işkencecisi. Daha sonra Avcı, Kılıç’tan işkence nedeniyle özür dilemiş, bu ikisi barışmış,  arkadaş olmuş.  Hanefi Avcı’nın, Necdet Kılıç’ın telefonunu kullanması kamuoyunda her ikisi açısından da biraz tuhaf karşılandı. Zaten Kılıç'ın telefonunu kullandığını Avcı kitabında yazmıştı. Olayın hem Avcı hem de Kılıçla ilgili kısmı konusunda neler söylenebilir?


Doğrusu bu ilişkiden hiçbir şekilde haberim yoktu ve bilgim olsaydı N. Kılıç’ı semtime bile uğratmazdım. Zaten yakın ilişki sürdürdüğüm bir insan da değildir. İlişkilerini bilmem mümkün olamazdı. Benim için eski bir Kurtuluşçuydu. Taraf basının işi kurgulamak için ona ihtiyacı olduğundan öne çıkarılan bir insan oldu. İşin esasına bakılacak olursa ne bizler için ne de SDP’liler için pek de önemli olduğunu sanmıyorum. Eskiden aynı topluluğa mensup olanlar geçmişlerinden utanç duyacak hale gelmemiş iseler birbirlerine hep bir yerlerde rastlarlar.

H. Avcı yaptıklarından gerçekten nadim olur, eski sınıfına ihanet eder,  devrimci saflara katılır, bu durumda kimseyi geçmişiyle suçlama hakkını kendimde görmem. Ama hala devletin bize karşı faaliyet sürdüren bir elemanı sırf işkence ettiği bir kısım insandan özür diledi diye olan biteni unutmak mümkün değildir. Dolaysıyla da “arkadaşlık” ilişkisi sürdürmek benim muhayyilem dışında bir iş.

Sizi uzun bir süre önce ayrıldığınız ve hiçbir ilişkinizin olmadığını herkesin bildiği SDP'lilerle birlikte, yine kimseyi tanımadığınızı söylediğiniz  "Devrimci Karargâh”a bağlayan polis,   bu cüreti nereden alıyor? Asıl Karargah Okyanus ötesinde demiştiniz, neyi kastediyorsunuz?

Olayın esası şu: Her ne kadar son global kriz neoliberalizmin nasıl bir rezalet olduğun ortaya koymuş olsa da piyasa hala bu prensiplere göre işlemeye devam etmektedir. Neoliberalizm yığınlar için açlık ve sefalet, dolaysıyla da isyan demek. Güney Amerika’ya bakın, bunu iyi görürsünüz. Emperyalizmin darbe dönemi geçti, artık çıkarları demokraside diyenler gözleri açıp Venezuella’da, Hondurasta, Ekvator’da yapılan darbelere baksınlar. Onun için de bu politikanın uygulayıcıları yığınları eleştiri ve ikna metotlarıyla yatıştıramayacağına göre ya açık diktatörlük ya da parlamenter totaliter  yapılar oluşturacaklar.

Askeri diktatörlük şimdilik yapacağını yaptı ve sırasını savdı. Artık o yeni sistemin işine yaramıyor. Güncellenmesi gerekiyor. Hatta uzak doğu sporlarında olduğu gibi “ona karşı mücadele etmek üzere” demokratların ve sosyalistlerin gücünü de kendisine katarak totaliter bir rejimin meşruiyetine destek sağlıyor.

Şimdi sıra totaliter bir rejimin oturtulmasında. Daha doğrusu varolan totalitarizmin pekiştirilmesinde. Onun için de tarımın yıkılması ve kirli savaşın köy boşaltmalarıyla kırlardan taşınıp gelmiş muhafazakârlık örgütlenip kendisini yeniden üretir hale getirildi. Yoksulların en büyük kısmı mezheplere dağılmış durumda. Bunlar içerisinde de Nurcuların bir kolu olan Fettullah cemaati ABD’nin korumaya en mazhar mezhebi liyakatini kazanmış olmak dolaysıyla Pensilvanya’da karşı devrimci karargâhını kurmuş durumda. Oradan beri değişik kurumları ABD ile işbirliği içinde denetim altına almanın ve toplumu içinden denetlediği gibi üstten de denetlemenin imkanlarını yaratmaya çalışmaktadır. Bu işte de Emniyeti aşıp diğer kurumlardan geçerek TSK içerisinde örgütlenmeye giriştiklerini H.Avcı anlatıyor.


H. Avcı’nın bir zamanlar onlara yakın duruyor olmasının nedeni devletin denetleyici gücünün onlar üzerinde yarattığı üstünlüğe bağlı “hoşgörü” ve bunun sağladığı imkânlardır. O zamanlar onlar da H.Avcıya muhtaçtılar. Ne zaman ki H. Avcı’nın sahip olduğunu düşündüğü üstünlük cemaatin kollarını kurumlar içerisinde yaymasıyla birlikte ortadan kalktı, Avcı da “imam”dan talimat almaya karşı kitabını çıkardı. Fettullah Gülen’in en yakın adamı Zaman yazarlarından Hüseyin Gülerce, H.Avcı -  Gülen ilişkisini söyle anlatıyor: “28 Şubat döneminde, Hanefi Avcı, Hocaefendi'ye ziyarete gelmiş. Ama yüz ifadelerinden anladığım, öyle tepeden bakan, ders vermeye kalkan, şöyle şöyle yapın diyen, biraz saygısız bir tavır içindeymiş.”

Belli ki, Gülen’in sırası geldiğinde Avcıyla görülecek bir hesabı varmış. Avcı da bunu herhalde en az Gülen kadar iyi biliyordu.

Devlet içi bu çelişki/çatışma da bize DKÖ operasyonu olarak fatura edildi. Böylece sosyalist hareketin en enternasyonalist kesimi de paralize edilmeye çalışıldı. Fena bir ticaret değil oligarşi adına.

Pervasız davranıyorlar zira bu işi mutlaka örtbas etmeleri gerekiyor. Herkes biliyor ki,  emniyet cemaatçi kaynıyor ve içerde müthiş bir çatışma var. Ve cemaat bu çatışmasın bir tarafı. Diğer tarafı kim derseniz, Ergenekoncudan, kişisel menfaat peşinde koşandan muhafazakâr devlet memuruna kadar herkes var. Cemaat kendi varoluşunu “demokrat” taraftarlar aracılığıyla şöyle meşrulaştırmaya ve durumu sıradanlaştırmaya çalışıyor: “Emniyet Ergenekonun elinde. Ondan kurtarılıyor”. Hâlbuki son günlerde RTE Ergenekonun artık bittiğini, eski TSK ile olan çatışmalı günlerin geride kaldığını ve gizli anayasanın birlikte hazırlanarak, artık irticanın tehlike olmaktan çıkarıldığını ilan etti. Gerçek darbelerle uğraşan yok ama olmamış darbeleri bitiren çok. Bunu da demokrasi adına yiyen de az değil. Susurluktan beri de Emniyette farklı bir yapılanmanın geliştiğini cümle alem biliyor. birgun.net/SELAMİ İNCE


31 Ekim 2010 Pazar

Taksim Meydanı'nda Patlama Bir Ölü 32 Yaralı

Taksim Meydanı'nda patlama: 1 ölü 32 yaralı


İstanbul Taksim Meydanı’nda çevik kuvvet polislerine bombalı saldırı düzenlendi. 

Patlamada 1 kişi hayatını kaybederken 15'i sivil 17'si polis toplam 32 kişinin yaralandığı bildirildi.

Saldırıyı henüz üstlenen olmadı.