Yalan Dünya'nın güzelliği
Filmler bazen ciddi insanları anlatır, bazen tam tersini. Coen Kardeşler’in kara mizah şaheserlerinden biri olan “Ciddi Bir Adam”da kahramanın işiyle, eşiyle, komşunun çimiyle ilgili birçok “ciddi” sorunu vardır. Film boyunca bu sorunlarla uğraşır. Finalde tüm sorunlar bir şekilde çözülür ve kahraman nihayet rahat nefes alır. O sırada doktoru telefon eder: “Geçen gün yaptığımız kanser testinin sonuçları geldi. İstersen ofisime uğra da bir konuşalım.” Film, elinde telefonla dona kalan adamın görüntüsüyle biter.
Hükümet ve cemaat onları da yok etme planları yapa dursun; televizyon dizilerinin altın çağını yaşıyoruz. Gün gelecek, içinde bulunduğumuz dönemde bir haftada üretilen dizilere bakıp şaşıracağız. “Demek bir zamanlar bu ülkede bu kadar çok yetenekli senarist, yönetmen ve oyuncu varmış” diyeceğiz. Belki gözlerimiz yaşaracak.
Yalan Dünya dizisinin dördüncü bölümünü izlediğimde aklım durdu. Topu topu bir haftada bu kadar uzun, bu kadar seri, bu kadar kaliteli bir film nasıl üretilebilir? Üstelik dram değil komedi ve üstelik neredeyse yirmi tane ayrı ve çok başarılı karaktere sahip. Milyonların izlediği bazı komedi filmlerinde olan toplam espriyi, Yalan Dünya bir bölümde ve iki reklam arasında veriyor. Bu dizi hangi arada yazılıyor, ne zaman çekiliyor? Cekedimi ilikleyip, ayakta alkışlamaktan başka ne yapabilirim?
Yalan Dünya’ya hayranlığımın esas nedeni sahip olduğu bakış açısı. Dizide berbat insanlar: Mirasyediler, menfaatçiler, egoistler, ezikler; Nil Karaibrahimgil’in dizi kadar etkileyici şarkısında söylediği gibi “ne sahtekarlar” var. Yalan Dünya’nın bu insanların yaptığı kötülükleri aklama, onları evcilleştirme gibi bir derdi hiç yok. Aksine gözümüze sokuyor her şeyi. Tiyatro, sinema ve dizi endüstrisinin kirli ve çarpık ilişkileri; otopark inşaatı için oğullarını pazarlayan ailenin aynı oranda kirli ve çarpık ilişkileriyle bir balkonda buluşuyor. Entrika, küçük hesap, büyük hesap, taciz, kafakol gırla gidiyor.
Ama her nasılsa, tüm bunlar, hamurunu ancak bir dahinin tutturabileceği şekilde esirgeyen ve bağışlayan bir “tanrı göz”le aktarılıyor. Bir an geliyor çamaşır suyu koklayan teyzeye, şarkıcı dilbere aşık içgüveysine, senaryo yazarak zombilikten terfi etmek isteyen oyuncuya, müstakbel eşine gitmemek için arabasını çarpan hımbıl oğlana hatta zampara jöne bile yakınlık duyuyorsunuz. Sevdiğiniz veya onayladığınız için değil; insan oldukları için, tıpkı bizler gibi.
Kurtlar Vadisi’nin milli örf ve adetlerimize sahip başrol oyuncusunun 10 yıl önceki halini anımsayan kişilerdenim. Diziyle birlikte hızla yükselen ve Fetullah Gülen misali soyadıyla zıtlaşan bu “karakter”i birkaç yıl önce gördüğümde inanamamıştım: Canlandırdığı şey haline gelmişti.
Kurtlar Vadisi’ni The Sopranos ile karşılaştırırdık. “Acaba” derdik “James Gandolfini de oynadığı karakterle özdeşleşmiş midir? Acaba David Chase de derinlerde takılıp Beyaz Saray entrikalarına dalıyor mudur?” Yanıtı malum sorular.
Türkiye’de “anlattığı şey”in üstüne çıkan diziler yapıldı: “Hırsız Polis” ve “İkinci Bahar” örneğin ve şimdilerde “Behzat C.” ve “Leyla ile Mecnun” elbette.
Birçok diziyi izlerken senaristlerin anlattıkları hikayeye aynı düzeyden baktıklarını görürüm. Genellikle güvenli sularda yüzerler. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta anlattığı gibi: Sahte karakterler zamanla öylesine gerçek olmuştur ve filmlerden hayata o kadar yansımıştır ki; artık onları gerçek, gerçekleri sahte sanırız.
Diziler usturanın ağzında fabrikalar gibidir. Baskı altında bir haftada üretilen upuzun diziler, iyi niyetli bile olsalar klişelerin dışına çıkamazlar. Bilgisayarın tuşlarına vuran senarist, sadece kendi kariyerinin değil, yüzlerce kişinin sorumluluğunu da taşır. Bu nedenle aldatılan kadının, hain tecavüzcünün, üzgün babanın bir rolü vardır ve dizinin hatta oyuncunun adı ne olursa olsun, gördüğümüz hep aynı roldür. Oyuncu bu karakteri “doğru” biçimde oynarsa “rolünü başardı” diye tebrik edilir. Oysa Mayakovsky için yenilgi anıdır o an.
Hayat görmek istediğimizden çok daha karmaşık. Gerçek hayattaki karakterler çoğu zaman ezberin dışında oynarlar. Gelenekler, baskılar, ekonomik durum, fiziksel özelliklerimiz, çocukluk travmalarımız bizi hiç beklenmedik anda, beklenmedik bir rolle karşı karşıya bırakır. Şubat ayında açan ağaçlar gibi sık sık faka basarız, sık sık hata yaparız, sık sık bizden beklenmeyen davranışlar içinde oluruz. Dalgalar bizi bir yerlere götürür ve biz bu gerçeği ısrarla görmezden geliriz. Kapitalizm parsayı işte bu körleşmeden toplar.
Gerçek dünya karmaşık ve anlatması zor bir yerdir. Pavlovcu bir tedrisatla bunu göremeyiz. İnsanları ve olguları tahrifli tanımlara sıkıştırmaya kalkmak yanıltıcıdır. Kalıplar hayatı yalanlaştırır. Zamanla her kavrama karşı bir sözünüz oluşur. Adınız şabloncuya çıktıktan sonra soyadınız “Şaşmaz” da olsa şaşabilir, “ciddi bir adam” da sayılsanız fani hayat karşısında komik duruma düşebilirsiniz. Ama merak etmeyin, sizin de bir reytinginiz vardır. Hatta devir sizin devrinizdir.
Günümüzde bildiğini okumak kolay ve kazançlıdır, tıpkı bela okumak gibi. Yine de ben, soranlara zor olanı; kitap okumayı öneririm.
Gülse Birsel “Tüm zavallılıkları ve yücelikleri ile gerçek dünyayı anlatan bir komedi dizisi yaratacağım” demiş ve bu dizinin adını “Yalan Dünya” koymuş, zor olanı seçmiş. Kolay yolu isteseydi her bölümde dalga geçtiği ajitasyon ve tribün dizilerinden birini yapar daha az yorulur, daha çok kazanırdı. Ne demeli? Allah zihin açıklığı versin, demini daim kılsın.
Eksiksiz (sahiden eksiksiz) tüm sanatçıları ve tüm emekçileriyle Yalan Dünya ekibine şükranlarımı sunuyorum.
ATEŞ İLYAS BAŞSOY / birgun.net