Hükümet Öcalan’la görüşüyor: Silahlara hükmedebildiği, en azından öyle olduğu düşünüldüğü için; buna karşılık, silaha sarılmayanlara yapmadığını bırakmıyor.
Her şeyden önce, yüzde on barajı, doğrudan doğruya hırsızlık, ırkçılık, bölücülük, kana susamışlık; dolayısıyla ‘insanlığa karşı suç’: Güney Afrika’nın geçmişteki ‘apartheid’ına mümasil bir ayırımcılık.
Barajı savunanların ‘bölücülük’e karşıymış gibi yapıp ‘millî birlik ve bütünlük’ten söz etmeleri, ancak “ben sana sen demiyor”la egale edilebilecek bir ahlakî ve zihinsel tutarsızlık, saldırgan bir şizofreni. Beterin beteri ise, “baraja en fazla ‘derin devlet’ karşı” deyip, hak ve adalet duygusundan bir nebze olsun nasibini almış, eşitlik-kardeşlik diyen, barış ve huzurdan yana olan herkesi ‘ergenekoncu-darbeci’ ilân eden ar damarı çatlamış ‘liberal-demokrat’ muhbirlerin böğürtüleri; iyicene beslenmiş tombul yanaklı cazgırlar, “sen” diyorlar, “farkına varmadan da örgüte intisap etmiş olabilirsin”, “sen bilmiyorsun ama, senin ruhunu Şeytan teslim almış” diyerek insanları canlı canlı ateşe atan cadı avcısı Enkizisyon papazları misali.
Bu baraj, 12 Eylül ürünü. Bu baraj sayesinde, insanların Meclis’e girmeleri engelleniyor, hazine yardımına el konuluyor: Tam tamına haram para; fitil fitil burunlarından gelir, en kötü günlerde harcarlar, inşallah; tabiî, ‘ilahî adalet’ diye bir şey varsa.
Sivil-legal siyasete karşı kotarılan ayak oyunlarının, en etkilisi olmasa da en namertçesi ise, bağımsız aday oy pusulalarının birleştirilmesi; sırf, insanların kafası karışsın da mührü yanlış yere bassın, oyları geçersiz sayılsın diye: Devlet, kendi yurttaşına tuzak kuruyor; ama, bunu yapmakla da kendi meşrûluğunu dinamitlemiş oluyor.
Yerel seçimlerde baraj yok; ama, bu sefer de kazanmak başa belâ: Gelsin KCK operasyonları ve de davası. Seçilmiş belediye başkanları ve meclis üyeleri dahil, binlerce insan içeri atılıyor; tutukluluk adı altında aylar-yıllar boyu yargısız infaza uğratılmak üzere.
İçeri atılmayanlar da daha şanslı değil: Her an ve her yerde izlenip dinlenmek; nerede, ne zaman, ne gerekçeyle içeri atılacağını, başına neler getirileceğini bilemeden; yani, tam bir devlet terörü: AKP teröründen kurtulabilmek için, yine AKP’nin etekleri altına sığınmak zorunda bırakılmak; yani, aynı zamanda tam bir haysiyet katliamı.
Yine de yılmayacak olanlar ise, artık Hizbullah’a emanettir: İnsanların söylemediklerini bile dinleyip, yapmadıklarını bile kaydeden Erdoğan rejimi, domuz bağından hükümlü canileri göz göre göre ortadan kaybediveriyor, devlet terörüne ‘sivil’ takviye oluştursunlar diye. Hesap, başbakanın ‘şaibeli’ gördüğü oy sahiplerinin hizaya getirilmesi, her yol mubah addedilerek.
Burada söz konusu olan, AKP’nin silahlı unsurları muhatap alıp, kendi kontrôlü dışındaki sivil siyaseti ise -engellemenin ötesinde- en hukuksuz biçimde cezalandırması; bu arada, Hizbullah terörüne de göz kırpılması. Sanki özel olarak isteniyor ki, insanlar, siyaset yapabilmek için ya silaha sarılmak ya da silahlılara dayanmak zorunda kalsınlar; dolayısıyla, ancak silah desteğiyle siyaset yapılabilsin ve AKP yanaşması solcu eskileri “ah, şu PKK şiddeti olmasa, Kürt siyaseti ne güzel çoğullaşabilecekti” diyerek iç geçirmekle meşgûlken, AKP de kendi lejyoner ordusunu (önce sözleşmeli erler, bilahare de sınır koruma gücü) ve milis birliklerini (seçimden sonra Meclis’e getireceği, gençleri silahlandırma yasası) kurmanın bahanesini bulsun.
AKP, her alandaki kamplaştırma stratejisini burada da sürdürmenin peşindedir: Ya bizden olacaksın, ya da PKK çizgisinde; yani, -resmî söylem açısından- gayri meşrû, en azından -başbakanın tabiriyle- ‘şaibeli’. Menderes de 1957 seçimlerinden sonra, herkesi zıvanadan çıkartacak derecede pespaye bir ‘Vatan Cephesi’ kampanyası düzenlemişti, bu cepheye ‘iltihak’ etmeyen herkesi her türlü hukuksuzluk, baskı ve şiddete peşinen ve toptan müstahak ‘Şer Cephesi’ mensubu olarak ilân etmek üzere.
Seçim tarihi yaklaştıkça, AKP’nin bu strateji doğrultusunda, kendisinden yana, özellikle de ‘açılım cambazhanesi’ne figüranlık etmiş bazı Kürtleri hedef alan ölüm tehditleriyle suikast planlarını -doğrudan doğruya kendisi imâl ettirtmiyorsa bile- dört gözle beklediği, büyük bir iştiyakla karşıladığı ve sonuna kadar kullanmakta kararlı olduğu açıktır: Suikast planlarına konu olup tehdide maruz kalanlar, kimlerden korkup kendilerini sakınacaklarına karar verirken, bir değil pek çok kere/yönlü düşünmelidirler; özellikle de, bu günlerde AKP’yi en fazla üzmekte olan şeyin, Tatlıses suikastıyla PKK arasında herhangi bir bağlantı kurulamaması olduğunu hiç mi hiç akıllarından çıkartmaksızın.
Her şeyden önce, yüzde on barajı, doğrudan doğruya hırsızlık, ırkçılık, bölücülük, kana susamışlık; dolayısıyla ‘insanlığa karşı suç’: Güney Afrika’nın geçmişteki ‘apartheid’ına mümasil bir ayırımcılık.
Barajı savunanların ‘bölücülük’e karşıymış gibi yapıp ‘millî birlik ve bütünlük’ten söz etmeleri, ancak “ben sana sen demiyor”la egale edilebilecek bir ahlakî ve zihinsel tutarsızlık, saldırgan bir şizofreni. Beterin beteri ise, “baraja en fazla ‘derin devlet’ karşı” deyip, hak ve adalet duygusundan bir nebze olsun nasibini almış, eşitlik-kardeşlik diyen, barış ve huzurdan yana olan herkesi ‘ergenekoncu-darbeci’ ilân eden ar damarı çatlamış ‘liberal-demokrat’ muhbirlerin böğürtüleri; iyicene beslenmiş tombul yanaklı cazgırlar, “sen” diyorlar, “farkına varmadan da örgüte intisap etmiş olabilirsin”, “sen bilmiyorsun ama, senin ruhunu Şeytan teslim almış” diyerek insanları canlı canlı ateşe atan cadı avcısı Enkizisyon papazları misali.
Bu baraj, 12 Eylül ürünü. Bu baraj sayesinde, insanların Meclis’e girmeleri engelleniyor, hazine yardımına el konuluyor: Tam tamına haram para; fitil fitil burunlarından gelir, en kötü günlerde harcarlar, inşallah; tabiî, ‘ilahî adalet’ diye bir şey varsa.
Sivil-legal siyasete karşı kotarılan ayak oyunlarının, en etkilisi olmasa da en namertçesi ise, bağımsız aday oy pusulalarının birleştirilmesi; sırf, insanların kafası karışsın da mührü yanlış yere bassın, oyları geçersiz sayılsın diye: Devlet, kendi yurttaşına tuzak kuruyor; ama, bunu yapmakla da kendi meşrûluğunu dinamitlemiş oluyor.
Yerel seçimlerde baraj yok; ama, bu sefer de kazanmak başa belâ: Gelsin KCK operasyonları ve de davası. Seçilmiş belediye başkanları ve meclis üyeleri dahil, binlerce insan içeri atılıyor; tutukluluk adı altında aylar-yıllar boyu yargısız infaza uğratılmak üzere.
İçeri atılmayanlar da daha şanslı değil: Her an ve her yerde izlenip dinlenmek; nerede, ne zaman, ne gerekçeyle içeri atılacağını, başına neler getirileceğini bilemeden; yani, tam bir devlet terörü: AKP teröründen kurtulabilmek için, yine AKP’nin etekleri altına sığınmak zorunda bırakılmak; yani, aynı zamanda tam bir haysiyet katliamı.
Yine de yılmayacak olanlar ise, artık Hizbullah’a emanettir: İnsanların söylemediklerini bile dinleyip, yapmadıklarını bile kaydeden Erdoğan rejimi, domuz bağından hükümlü canileri göz göre göre ortadan kaybediveriyor, devlet terörüne ‘sivil’ takviye oluştursunlar diye. Hesap, başbakanın ‘şaibeli’ gördüğü oy sahiplerinin hizaya getirilmesi, her yol mubah addedilerek.
Burada söz konusu olan, AKP’nin silahlı unsurları muhatap alıp, kendi kontrôlü dışındaki sivil siyaseti ise -engellemenin ötesinde- en hukuksuz biçimde cezalandırması; bu arada, Hizbullah terörüne de göz kırpılması. Sanki özel olarak isteniyor ki, insanlar, siyaset yapabilmek için ya silaha sarılmak ya da silahlılara dayanmak zorunda kalsınlar; dolayısıyla, ancak silah desteğiyle siyaset yapılabilsin ve AKP yanaşması solcu eskileri “ah, şu PKK şiddeti olmasa, Kürt siyaseti ne güzel çoğullaşabilecekti” diyerek iç geçirmekle meşgûlken, AKP de kendi lejyoner ordusunu (önce sözleşmeli erler, bilahare de sınır koruma gücü) ve milis birliklerini (seçimden sonra Meclis’e getireceği, gençleri silahlandırma yasası) kurmanın bahanesini bulsun.
AKP, her alandaki kamplaştırma stratejisini burada da sürdürmenin peşindedir: Ya bizden olacaksın, ya da PKK çizgisinde; yani, -resmî söylem açısından- gayri meşrû, en azından -başbakanın tabiriyle- ‘şaibeli’. Menderes de 1957 seçimlerinden sonra, herkesi zıvanadan çıkartacak derecede pespaye bir ‘Vatan Cephesi’ kampanyası düzenlemişti, bu cepheye ‘iltihak’ etmeyen herkesi her türlü hukuksuzluk, baskı ve şiddete peşinen ve toptan müstahak ‘Şer Cephesi’ mensubu olarak ilân etmek üzere.
Seçim tarihi yaklaştıkça, AKP’nin bu strateji doğrultusunda, kendisinden yana, özellikle de ‘açılım cambazhanesi’ne figüranlık etmiş bazı Kürtleri hedef alan ölüm tehditleriyle suikast planlarını -doğrudan doğruya kendisi imâl ettirtmiyorsa bile- dört gözle beklediği, büyük bir iştiyakla karşıladığı ve sonuna kadar kullanmakta kararlı olduğu açıktır: Suikast planlarına konu olup tehdide maruz kalanlar, kimlerden korkup kendilerini sakınacaklarına karar verirken, bir değil pek çok kere/yönlü düşünmelidirler; özellikle de, bu günlerde AKP’yi en fazla üzmekte olan şeyin, Tatlıses suikastıyla PKK arasında herhangi bir bağlantı kurulamaması olduğunu hiç mi hiç akıllarından çıkartmaksızın.