1 Ocak 2010 Cuma

Yeni bir sol ve Türklüğün açılımı gerek

Hükümranlığını sorguya çekmeye pek de gönüllü olmayan bazı liberal ve sol kişiler veya gruplar, DTP'nin kapatılmasıyla Kürt siyasetçilerine ve kitlelerine bir dizi öneriler yapmakla görevlendirdiler kendilerini.
DTP’nin kapatılmasıyla, talihsiz bir terminolojiyle dilimize Kürt sorunu olarak yerleşen sorunun bu kez değişik bağlamlarda tartışıldığı bir dönemden geçiyoruz. (Türk sorunundan ne haber) Kürt açılımı konusunda taşıdığım endişelerden birisi, bu açılımın Batı demokrasilerinde olduğu gibi çokkültürcülüğün aldığı liberal formlara ve tuzaklara kaymasıydı. Bu nedenle de açılımın daha ileriki safhalarında eleştirelliğimizin bu minvale doğru evrileceğini düşünüyordum ve umutlanıyordum. Çünkü kan gövdeyi götürürken ne çokkültürlülük, ne kimliklerin tanınması ne de başka siyasi bir tartışma ve eleştirelliği yeşertmek mümkün olabiliyor. Ama yine de liberal çokkültürcülüğün sorunlarını, ötekine tolerans gösterirken hükümran özne konumunu işgal edegelmiş Türklüğün eleştirisini canlı tutmamız gerektiğine inanıyorum.

Burada dikkat edilecek konu, DTP’nin kapatılmasıyla kendini liberal ve sol olarak tanımlayan gruplar ve yazar-çizerler arasında, Kürt siyasetine ilişkin oldukça sorunlu olduğunu düşündüğüm ve hükümran özne konumunu yeniden üreten bir söylemsel yaklaşımın yer almaya başlaması.
Görev çıkarmak

Türkiye’deki gibi, entelektüel tartışmalarda kuşku duymaya yer tanımayan otoriter sosyal ve kültürel ortamda maalesef herhangi bir konuyu tartışmak mümkün olamıyor. Kendini tartışmaymış gibi sunan otoriter konuşma biçimi sayesinde aynı anda birkaç şey gerçekleşebiliyor. Birincisi, bildiklerinden ve kendinden her daim emin hükümran özneler üretiyor bu otoriter konuşma konumu. Hükümranlığını sorguya çekmeye pek de gönüllü olmayan bazı liberal ve sol kişiler veya gruplar, DTP’nin kapatılmasıyla Kürt siyasetçilerine ve kitlelerine bir dizi öneriler yapmakla görevlendirdiler kendilerini. Elbette Kürt siyasetçilerine de Kürt halkına da öneriler yapılır ve hatta yapılmalıdır. Eğer özselci bir anlayışa mahkum olup Kürtlere ilişkin siyasetin ajanlarının sadece Kürtler olması gerektiği gibi bir varsayımımız yoksa, elbette Türklerin de bu siyasetin içinde yer alması, bu konularda fikir ve strateji üretmesi önemlidir, gereklidir. Ancak bu öneriler yapılırken ne tür konumlar işgal edildiği çok mühim. Türklerin, Kürt siyaseti içinde yer alırken işgal edeceği konum hayli hassas bir konum olduğundan, çok iyi düşünülüp eleştiri süzgecinden geçirilmesi gereken bir meseledir.

Irkçılık ve sömürge sonrası literatürün merkezinde bu konuya muadil olabilecek çok canlı tartışmalar yer aldı. Bu literatürü, Türkiye’de Kürt sorununu ırkçılık bağlamında tartışma konusunda yeni yeni emeklemeye başladığımız bugünlerde çok daha ciddiyetle tartışmaya açmalıyız. “Kürtlerin yaşadıkları acıları, ezilmişliği ve maruz kaldığı ırkçılığı sadece Kürtler bilir, çünkü onlar bu deneyime sahiptir, ben o deneyimden yoksun olduğum için benim bir Türk olarak bu konuda söyleyeceğim ve yapacağım ne olabilir ki?” diyen bir konum alma, görünürde Kürtlere ses verme hassasiyetini göstermiş gibi dursa da çok ciddi problemler içerir. Bu konumun en bariz problemi Kürt kimliği ve deneyimi ile Kürtler ve Kürtlerin maruz kaldığı ırkçılığı ve ayrımcılığı konuşma konumu arasında direkt bir tekabüliyet ilişkisi kurmasıdır. Bu konum, kimlikleri özselci bir biçimde ele alır, kimlik ve konuşma konumu arasında direkt bir ilinti kurar. En temel metafizik problem olan özneyi özselci bir biçimde kavrama tuzağına düşer. Bununla birlikte bir dizi başka problem daha doğar. Böyle bir konum almış olan bir Türk, kendisine ırkçılık senaryosunda verilen hükümran konuma ve role bir güzel yerleşmiş olur. Halihazırdaki durumun kendisine biçmiş olduğu hükümran özne konumundan nemalanan bu özne, kendisine verilmiş olan ırkçı senaryoları yerinden oynatacak eleştiriler geliştirmek bir yana, işgal ettiği konumun meşruiyetini perçinlemeye hizmet edecek başka yollar geliştiren bir konuma yerleşir.

Bu yollardan birisi (liberal global dünya ile uyumluluk gösterdiği için en yaygın olarak rastladığımız konum budur) diğerini kucaklayan, ona tolerans gösteren, ötekini seven yardımsever hükümran özne konumudur. Bu konumu alan bir Türk iyilikseverdir, Kürtlerin maruz kaldığı eşitsizliği, ezilmeyi ve ırkçılığı eleştirir eleştirmesine de, gel gör ki bu eleştiri, kendisinin aldığı hükümran ve kendinden menkul özne konumunda hiçbir değişikliğe yol açmaz. O, sadece ötekini seven, kucaklayan, iyiliksevendir, toleranslı öznedir. Ama bu iyilikseverlik hali bu öznemize onun verili aldığı doğrularını sorgulatmaz, kendinden hiç şüphe etmeye gerek görmeyen hükümran konumunu sorunsuz idame ettirmesinde bir kesinti veya yerinden oynatma yaratmaz. Bu özselci veya iyiliksever hükümran özne konum alışı mümkün kılan en temel mekanizmalardan bir tanesi bu öznenin kendisini evin tek sahibi, mekânın tek sorumlusu, evin kurallarının tek belirleyicisi gibi almasıdır. Ev sahipliği konumunu idame ettirmek sayesinde bu özne, eve hangi konukların çağrılacağını ve hangi koşullarda o evde bu konukların bulunacağını da belirler.

Sol ve Kürtler

DTP’nin kapatılmasıyla birlikte belirli sol çevreler içinde, bundan sonra sol grupların Kürt gruplarla nasıl bir ilişki kurması gerektiği tartışması yaşanmaya başladı. Bu tartışmalar Türkiye’de solun ırkçılık meselesi konusundaki kör noktasına işaret etmesi açısından son derece semptomatik oldu. “Kürt siyasetini Kürtlere bırakalım, bu onların meselesidir” diyenden tutun da “Solcular olarak kapımızı Kürtlere açalım, Kürt halkının bu gruplara duhul etmesine izin verelim” diyene kadar uzanan bu sol siyaset yelpazesi, ne yazık ki yıllardır Türkiye’deki solun kör noktası olagelmiş bir sorunun dışavurumu. Irkçılığa kör kalabilme lüksüne sahip olagelmiş bu çok problemli bulduğum ve kendini sol olarak adlandıran, yukarıda tartışmaya açmaya çalıştığım siyaseti, Mithat Sancar’ın anlattığı bir anektotla özetleyeyim.

1980 sonrası yaşanan acılı dönemde Sancar, Güneydoğu’da bir ilde solcu birtakım arkadaşlarına, yardımcı olmaya çalıştığı diğer başka solcu arkadaşlarından söz ederken birkaç kez Kürt sıfatını kullanması üzerine arkadaşları ona eleştiri olarak “Sen de Kürt terimini amma çok kullanıyorsun” demişler. Sancar da bunun üzerine “E, n’apayım, onlar Kürt de ondan” demiş. 80’lerde sözlüğünde Kürt olmayan bir soldan ve sol söylemden bugün Kürt terimini kullanmaya başlayan bir sol duruşa evrilebilmiş olmayı ne yazık ki çok da büyük bir başarı olarak addedemiyorum. Yukarıda sorunlarını kısaca özetlemeye çalıştığım hükümran ev sahibi özne konumundan konuşabilmekte kendini rahat hisseden bir sol, “Kürtlere kapımız açıktır, buyursunlar aramıza gelsinler” dediği anda benim ilk dikkatimi çeken şey, kapıyı açan hükümran öznenin, bu kapıyı, keyfi ne zaman isterse, ne zaman onun terimleriyle ya da kurallarıyla konuşulmadığını hissederse kapatabilme potansiyeline sahip oluşu. Kapıyı açma ya da kapama özgürlüğünü kendi tekelinde tutan, ev sahipliği mülkiyetini idame ettiren bir solun hiçbir zaman ırkçılığa yeterince eleştirel mesafe alamayacağını ve içinde bulunduğumuz çağda sol olarak varolamayacağını düşünüyorum. Ev sahipliğini sorgulamayan bir sol mümkün olabilir mi? Bize şimdi gerekli olan şey, 1980’lerin ev sahipliği konumunu sürdürmek konusunda pek de bir sorun görmemiş sol veya iyiliksever hükümran liberaller değil, Kürt açılımını aynı zamanda hükümran Türk konumunun açılıp saçılmasına ve böylece başka bir hale dönüştürülmesine katkıda bulunacak bir sol duruştur. Gelin bunun adını da Türklüğün açılımı koyalım. Türklüğün bu açılımına hazırsak ne güzel. O zaman Türkiye’de yeni bir sol doğuyor demektir. MEYDA YEĞENOĞLU