KÖŞE YAZILARI VE MAKALE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÖŞE YAZILARI VE MAKALE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2013 Pazar

Demokrasi Çoğunluk Rejimi Değildir / Prof. Dr. İzzettin Önder

Demokrasi Çoğunluk Rejimi Değildir / Prof. Dr. İzzettin Önder
Demokrasi çoğunluk rejimi değildir 
Bir teranedir, gidiyor; Demokrasi çoğunluk rejimidir, sandık tek göstergedir! Hayır efendim; demokrasi çoğunluk rejimi değil, toplumda sembiyotik yaşam kural ve koşulları oluşturma rejimidir. Çoğunluğun hakimiyeti için devlet erkine gerek yoktur; dün Talimhane'de görüldüğü gibi palalı güçler de, devlete gereksinim kalmadan, çoğunluğun bekçiliğini yapar.

Demokrasi bir aldatma rejimi değildir; demokrasi, demokrasiye inanmayanların tanımladığı gibi tramvay benzeri bir araç değildir; demokrasi kurbağayı yavaş haşlama sistemi değildir. Zira, kurbağanın nasıl haşlanacağını bilenlerle bilmeyenler arasında demokrasi açısından fark yoktur; ikisi de diktatördür. Diktatörler arasındaki tek fark, geçmişten edinilen tarihsel bilgilerin kullanılma biçimi ile ilgili olabilir. Ne hazindir ki, Erbakan'ın "kanlı mı, kansız mı" ifadesi ile açıkladığı zihniyetinin "kansız" uygulama mahareti (!) şeklinde haleflere geçmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ne hazindir ki, bu politika bir dizi aydın görüntülü zevat tarafından topluma yedirilmiştir. Ne demeli ki, hani şairin dediği gibi: "Öyle esvab gördüm ki, içinde insan yoktu; öyle insan da gördüm ki, üzerinde esvab yoktu".

Müslüman Kardeşler gurubunun lideri Mursi'nin iktidardan uzaklaştırılması darbedir, ama % 52 oy oranına güvenerek, salt bir gurubun yandaşlığını yapmak diğerlerini dışlamak da demokrasi ile bağdaşamaz. Ne hazindir ki, gelişmekte olan Ortadoğu ülkeleri Batı'nın direktif ve yönlendirmeleri ile içlerindeki başat bağnaz guruplar arasında sarkaç misali sallanmaktadır. Ve, ne hazindir ki, yüzyıla yaklaşan demokrasi girişimine rağmen, Türkiye de hâlâ tarikat ve şeriat yolunda, Ortadoğu ile sembiyotik yaşam tarzı hayali ile, bölgede hakimiyet kurma sevdasına kapılmış bulunmaktadır.

MURSİ KURBAĞA HAŞLAMA YÖNTEMİNİ ÖĞRENEMEMİŞ
Türkiye, bu hayalle, kimi zaman petrol peşinde koşarak, kimi zaman da verilen görevi emir telakki edip hızlı hareket ederek, sonunda patinaj yapmak zorunda kalmaktadır. Önemli yabancı basın kaynaklarında siyasilerin çeşitli çirkin görüntü ve ifadelerle yansıtılmaları, bu ülkenin bir vatandaşı olarak beni derinden yaralamaktadır. Acaba bu insanları iktidara taşıyan ve destekleyenler, ülkemizin ve halklarımızın böylesine rencide edilmesine neden olunmasının hesabını siyasilerden soracaklar mı? Tüm fütursuz ve topluma karşı saygısız tavırlarıyla, "yetmez ama evet" gurubu da bu sorumluluğa dahildir. Siyasilere sandıkta böyle bir görev verildiğini sanmıyorum. Mursi ile fark şurada ki, Mursi kurbağa haşlama yöntemini henüz öğrenememiş. Kurbağayı haşlamak amacıyla iktidarı kullanma azminde olarak toplumsal mühendisliğe soyunmuş hiçbir iktidarın, sandık göstergesi ne olursa olsun, siyasi ve demokratik meşruiyetinden söz edilemez. Bunun çözümü halkların uyanışıdır! İktidarın hırsı ve hışmı da bundandır!

İKTİDAR MAKAMI PARTİ MAKAMI DEĞİLDİR
Seçim ve sandık oya dayalı olarak iktidara gelme aşamasıdır. Seçim ve sandık demokrasinin birinci aşamasıdır ve bu aşamada biter. İktidar makamı parti makamı değildir; orası tüm topluma hizmet makamıdır. O makam aldığı kararlar ve yaptığı icraatla, farklı görüşteki toplulukları, aralarında husumet tohumu oluşturmadan, bir arada ve huzur içinde yaşama ortamında tutmak zorundadır. İktidara gelmiş olan siyasi yapı meşruiyet kanıtı olarak hâlâ sandık ve oy oranını kullanıyorsa, toplumun diğer kesimi üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan gurubun temsilcisi olduğu mesajını verir ki, böyle bir siyasi yapı meşruiyetini yitirmiş demektir, böyle bir toplum ayakta kalamaz.

HERHANGİ BİR İŞE GİRMEK İÇİN...
Geçmişte Demokrat Parti'nin "Vatan Cephesi" kurması ne kadar yanlış idi ise, günümüzde de herhangi bir işe girmek için cemaat yandaşı veya parti sempatizanı olma anlayışı da o kadar yanlıştır. Bu tür yaklaşımlar, çalışma yaşamında liyakati sadakatin gerisine çekeceğinden, böyle bir toplumda kin ve karşıtlık tohumları üreyeceği gibi, ekonomik anlamda da verimlilik düşer, bundan tüm toplum zarar görür.

O DEHŞETE SEYİRCİ KALANLARA NE OLACAK
Demokrasi anında uygulanan bir sistem değildir; insan ve ekonomik yapı olarak gelişmişliğin oluşturduğu organik bir yapıdır. Şöyle bir çevremize bakalım, çeşitli toplumsal yapılarda ne kadar demokrasi soluyoruz? Bir siyasetçi ya da kişi, başbakan dahi olsa, soru sorana ya da ikazda bulunana, "sana mı soracağım?" deme kabalığında bulunuyorsa, demokrasi çok uzaklarda demektir. 6 Temmuz günü gayet masum tavırlarla Taksim'e ve Gezi Parkı'na gitmek isteyen guruplara, daha yürüyüş esnasında TOMA'larla saldırmak anlaşılır gibi değildir. Hele de, arka sokaklarda ve polisin gözü önünde satırlı kişilerin gelen geçene saldırarak dehşet saçması ve polisin bu duruma müdahale etmemesi, hukuk devletinin olmadığının en kesin delilidir. Bu ülkenin bir vatandaşı olarak, İstanbul Emniyet Müdürü'nden başlayıp, Başbakan'a kadar -dahil- tüm sorumlulardan bu insanlara ne muamele yapıldığını, bu duruma seyirci kalmış emniyet mensuplarına ne muamele yapıldığının açıklanmasını diliyorum. İyi ki, burası Japonya değil, eğer Japonya olmuş olsa idi, Allah korusun, kaç sorumlu harakiri yapmış, ülkeyi öksüz bırakmış olurlardı! Çok şükür!
Prof. Dr. İzzettin Önder

8 Aralık 2012 Cumartesi

Ata Binmesini Bilmiyorsan Padişah Neyim Olamazsın

Ata binmesini bilmiyorsan padişah neyim olamazsın 
At dıgıdık dıgıdık gidiyordu, üzerinde dört nala gelip de Orta Asya'dan, çocuğunu doğuracak olan Kırımlı Hafsa Hatun vardı. Hafsa Hatun Orta Asya'dan gelen Yavuz Sultan Selim’in eşiydi, Yavuz Sultan Selim de Kırımlı'yla evliydi ve iktidara gelmek için babası ve kardeşleriyle kavga etti. Kavga biraz anladığımız dışındaydı ki babası padişah Bayezid zehirlenerek öldü.

At hâlâ dıgıdık dıgıdık gidiyordu, üzerindeki kadın hamile ve endişeliydi. Hükümdarı pardon kocası Yavız Selim’e garip garip bakıyordu, doğum sancıları artmış, hatta doğum suyu bile gelmeye başlamıştı. Ama Yavuz Selim Nuh diyor peygamber demiyordu, bu çocuk at sırtında doğmalıydı, kendi kardeş kavgalarını anımsıyordu, babasıyla taht kavgasını düşündü, babasının Ahmed’i tahta getirmesiyle kendisine kazık attığını düşünüp Kanuni’nin doğar doğmaz 2-3 yaşlarındaki kardeşleri tarafından öldürülmesinden korkuyordu.

Hafsa Hatun atın tepesinde avaz avaz bağırarak doğurdu Kanuni’yi, at da artık o kadar sakin değildi, iki tarafına iki at daha geldi, birinden biri eğildi ve at üzerindeki Kanuni’nin göbeğini kesti, diğeri de ilk duşunu yaptırmak için kaynar suyu boca etti başından aşağı.

Kanuni alışmıştı artık ata, Hafsa Hatun onu at üzerinde emziriyor ya da uyutuyordu. 1 yaşına gelmeden ata artık kendisi biniyordu, hatta annesi başka attayken eğilip süt emdiğini söylerler, fotoğraf çekilmiş ama sanırım MİT yok etmiş o dönem.

Hava güneşliymiş, at hâlâ dıgıdık dıgıdık gidiyormuş, sağındaki atın üzerinde tabip el sünnet-ül Keskesmettin varmış, elinde bir pala vardı ve iki atın aynı hareketi yapmasını kolluyormuş, palayı devamlı havada döndürüyormuş, birden “Ahhhhhhhh” diye tiz bir ses beklenirken Kanuni’nin atı kıçına nişadır sürülmüş gibi koşmaya başlamış. Tabip el sünnet-ül Keskesmettin kadıya ne kadar suçun atta olduğunu, atınkini yanlışlıkla kestiğini söylese de cezası büyüktü ve ondan sonra gören olmamış. Sünnet bir gün sonraya ertelenmiş ve Kanuni yerine atı tutarak ve bağlayarak yapmışlar. Kanuni bu sünnetten çok akçe topladı diyeler.

At dıgıdık dıgıdık gidiyordu, arkasından Kanuni’nin Lalası bağırıyordu, “Şehzadem, saraydan buraya 39 adım geldiniz, buradan da av evine 23 adım gittiniz, söyleyin bakalım kaç adım gitmişsiniz…” Kanuni artık usta biniciydi, elinde Notebook, her adımda bir çentik atıyordu. Atıyordu atmasına da bu dersler, notebooklar çok booktan şeylerdi, o savaşmak istiyordu. Zaten o ay da 31 çekiyordu. At üstünde sevgililerini hayal ediyordu.

Kanuni at üstüde dıgıdık dıgıdık Istanbul’a çağrıldı, babasının kardeşleriyle taht savaşına katıldı, Sultan Selim de zehirlenmeden ölünce tahta geçti. Artık iktidardaki biriydi, ülke bağımsızlığını düşündüğünden önce Belgrad’ı fethetti, Macaristan’ı fethetti, Doğu Anadolu'yu, Tabriz’i belki bağımsızlığımız adına lazım olur diye Osmanlıya kattı.

At dıgıdık dıgıdık gidiyordu, at yoruluyor Kanuni yorulmuyordu, sadece arasıra eyerin üstüne yüzme simidi koydukları söyleniyordu. Cezayir’e bağımsızlık kazandırmak ve demokrasi getirmek için denizden saldırdı, çok yüzme bilmediğinden onu deniz atına bağladılar, Bingazi’yi aldı, oradan İkibingazi’yi almak istediyse de, önüne çıkan Cerbe Adası’nı almak zorunda kalması buna engel oldu. Zaten Bağdat’a ABD’den önce ilk demokrasiyi biz götürmek istedik.

Kanuni’nin 2 değişik atı vardı, biri savaş, diğeri de seviş atları. 8’i erkek 10 çocuğu bu atlar üzerinde oldu. Hürrem Sultan seviş atını gördüğünde kendisi çağrılmıyorsa kıyameti kopardı hep. Yoksa kendisi için bir şey istemiyordu, atın başkalarına alışık olmadığını düşünüp onlara zarar gelmesini istemiyordu.

At dıgıdık dıgıdık gidiyordu, artık saltanat bitmişti, cumhuriyet kurulmuştu, Orta Asya’dan hiç torağımız kalmamıştı, atın üzerine biri binmek istedi ve at şöyle bir silkinerek attı o üstündekini ve ona doğru eğilerek, “Ata binmesini bilmiyorsan padişah neyim olamazsın…” dedi ve dıgıdık dıgıdık özgürlüğüne doğru yürüdü.
Ahmet Nesin

11 Eylül 2012 Salı

Başbakan Erdoğan'ı En Çok Kızdıran Gerçek Ne

Başbakan Erdoğan'ı en çok kızdıran gerçek ne 
Öncelikle bir uyarıda bulunmak istiyorum. Afyon’da yaşanan “kilim felaketi” ardından Genelkurmay Başkanı’nın “üzüntülerini” dile getirdiği, bunun da “özür” sayılabileceğini söyleyenler oldu. Ancak yaptığı açıklamaya bakalım. Başkan üzülmüş ama neye üzülmüş:

“Ziyaretim esnasında Sayın Vali’nin sergilediği tutumun devletimizin bir geleneği olduğunu ve sergilenen davranışın elim olayla hiçbir ilişkisinin olmadığını düşünüyorum.”

Genelkurmay Başkanı “hediye alıp vermenin” devlet geleneği olduğunu, dışarıda bağrı yanık anneler-babalar henüz parçaları bile ayırt edilememiş yavrularına ağlaşırken içeride “hediyeleşmenin” normal olduğunu düşünüyor! (Hürriyet-web-08.09.2012)

Ayıp olan gerçeğin bir fotoğraf ile deşifre edilmesi!

Başkan bir anda şaşırıp kaldığı için hediyeleri aldığını da söylüyor:

“Sayın Vali’nin şahsına ve makamına nezaketsizlik olmasın düşüncesiyle ani gelişen davranış karşısında herhangi bir reaksiyon gösteremedim.” (ibid)

“Reaksiyon gösteremeyen” Genelkurmay Başkanı’nın kendisi de Vali’ye, önden planlandığı üzere, bir şilt hediye etmiş! Al gülüm ver gülüm!

Genelkurmay Başkanı’nın Vali’ye gösterdiği saygının bir kısmını da şehit ailelerine göstermesini beklemek ise Başbakan açısından şerefsizlik olarak nitelendirildi!

Kem söz sahibine aittir deyip, esas konumuza geçelim.

***

Artık her fırsatta muhalefet partileri ve muhalif medyaya sövmeyi gelenek haline getirmiş Başbakan’ın ruh hali gerçekten bazı AKP’lileri bile ürkütüyor.

Son dönemde Başbakan kontrolsüz/denetimsiz tavırlar sergiliyor.

Bu ruh halinin yorgunluğunun, hastalığının eseri olduğunu söyleyenler var.

AKP’nin ikinci parti ile arasını 30 puan açtığını gösteren anketler karşısında Erdoğan’ın çok daha rahat hareket etmesi gerektiğini düşünenler de var.

***

Ben ise Erdoğan’ın terbiye sınırlarını zorlayan hiddetinin/kontrolsüzlüğünün yine de siyasetten kaynaklandığını düşünüyorum.

Ancak, onun siyaseten derdi AKP değil!

Kendisi!

Siyasi kariyerini Cumhuriyetimizin ilk “seçilmiş cumhurbaşkanı” olarak (hem de 2 kez üst üste), Cumhuriyetin 100.yılında Türkiye’ye (ve dahi Ortadoğu’ya) liderlik ederek taçlandırmak isteyen Recep Tayyip Erdoğan bütün enerjisini 2014 hesaplarına dönük harcıyor.

Ancak, maalesef cumhurbaşkanlığı yarışında yalnız değil!

Abdullah Gül de var!

Tamam, Gül danışmanının “yarışta Gül de var!” açıklamasının ardından “Erdoğan ile kardeşten de öteyiz” dedi ama aynı konuşmada aynı Gül (cumhurbaşkanlığı adaylığı için) “zamanı gelince konuşuruz!” da dedi.

Uluslararası konjonktürün “öngörülebilir” bir Cumhurbaşkanı’nı “öngörülemeyen” (ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen) bir Cumhurbaşkanı’na tercih edilebilme ihtimali dikkatleri Gül’ün üzerine çekerken, üstüne üstlük Cemaat’in de Gül’den yana ağırlık koyma olasılığı Erdoğan’da ne sinir bırakıyor, ne de terbiye!

***

Erdoğan’ın ruh hali muhakkak ki bazı rakamlardan etkileniyor!

Konsensüs Araştırma Şirketi’nin Habertürk için yaptığı araştırmada halk “yapılacak bir cumhurbaşkanlığı seçiminde kimin cumhurbaşkanı olmasını istersiniz?’’ sorusuna %32,3 oranında Recep Tayyip Erdoğan, %31,8 oranında Abdullah Gül demiş!

Benzer araştırma geçtiğimiz haziran ayında da yapılmış. O güne oranla Erdoğan 9,5 puan gerilemiş, arada adaylığını açıklayan Gül ise 11 puan ilerlemiş. Aradaki fark küçücük bir 0,5 (yarım) puana düşmüş!

***

Aynı araştırmada halk “en önemli sorun olarak” %83,5 ile terörü işaretlemiş. İkinci sırada gelen enflasyon ise sadece %20,7 seviyesinde. “Terör” ikinci sıradaki “sorun”u nerede ise 60 puan geçmiş. Hergün şehit haberleri ile yatıp kalkan Türkiye’de bu durumun hesabını birileri verecek ama bu kişi Abdullah Gül değil!

Başbakan Şam’da namaz kılma hayali kurarken araştırmaya göre halk Suriye’ye müdahaleye de %79,9 oranında karşı. Zaten, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin “Suriye Politikaları”nı halk %61,5 oranında onaylamıyor.

Suriye’nin düşürdüğünü zannettiğimiz uçağımız hakkında tatminkâr açıklama yapılmadığını düşünenlerin oranı ise %76,5!

89 senelik dışlanmışlık duygusu ile hala AKP’ye açık destek veren halkımızın büyük bir çoğunluğu başını Recep Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu-Necdet Özel’in çektiği “dış politika” ve “asker” ağırlıklı politikaları katiyen tasvip etmiyor!

***

Dış politikada içeride ve dışarıda tamamen yalnız kalmış, kendi eli ile seçtiği komutanların savaş kabiliyetinin bizzat halk tarafından sorgulandığı Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden yolda darbe yeme telaşı içinde!

Yetersizliklerini deşifre eden muhalif basına sövünce yetersizlikleri yok olmuyor ama belki de Başbakan’ın sinirleri gevşiyordur! Dr. Cüneyt Ülsever/Yurt Gazetesi

19 Ağustos 2012 Pazar

Atatürk Malatyalı Mı

Fatih Bayhan henüz yayınlanmayan "Mustafa'dan Kemal'e Atatürk'ün Büyük Sırrı" isimli kitabında Atatürk'ün Selanik'te doğmadığını, Malatya'lı olduğunu iddia ediyor.

Atatürk'ün aslen Malatya'lı olduğunu iddia eden Radikal gazetesinde yayınlanan o yazı:

'Atatürk Malatyalı, yeğenleri de yaşıyor' 
Atatürk'ün hayatı bize ezberletilenden çok farklı olabilir mi? Malatya'daki bir tapu davasından çıkan belgeler bu soruyu gündeme getirdi.

Mustafa Kemal Atatürk ’ün hayatını ezbere biliriz. Anaokulundaki çocuğa sorsanız, “1881 yılında Selanik’te doğdu, annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey” diye saymaya başlar. Bu bizim resmi ezberimizdir. Aksi de şu ana kadar ispat edilemedi. Bunca yıl sonra birileri çıkar da, “ Atatürk hakkında bütün bildiklerinizi unutun” derse, ne yaparsınız? Kimse inanmaz değil mi? Ya da şaşırırsınız. Peki, Atatürk gerçekten farklı bir hayat öyküsüne sahipse? Memleketi, hatta annesi ve babası bile farklı biriyse? Bu gerçekleri bildiği halde ‘devletin bekası’ adına bizzat kendisi göz yumduysa?

Atatürk ’ün büyük sırrı
Bu günlerde hummalı bir kitap çalışması var. Kitabın adı,”Mustafa’dan Kemal’e, Atatürk ’ün Büyük Sırrı”. Yazarı genç bir isim. Fatih Bayhan. Yıllardır bu işle uğraşıyor; belge, bilgi topluyor. Uğraşı alanı ‘kozmik’ olunca isminin yazılmasını istemiyor. Çalışmalarını gizlilik üzerine yürütüyor. Atatürk ’ün gizli kalmış hayat öyküsünü kaleme alıyor. Ama ne öykü? Hollywood senaristleri duysa filme çeker. O derece ilginç ve şaşırtıcı. Masasının üzerini dolduran belgeler bize bambaşka bir Atatürk anlatıyor. Ezberi bozduğu gibi hayretler içinde bırakıyor. Eğer, bu kitapta yer alacak belgeler doğru ise en başta bütün ders kitapları değişir. Atatürk ’ün hayatı yeniden yazılır.

O yazarla buluştum. Bana inanmakta güçlük çektiğim şeyler anlattı, kimi Osmanlıca belgeler gösterdi. Elinde tapu, nüfus kayıtları, mahkeme tutanakları ve ses kayıtları olduğunu söyledi. Ve anlatmaya başladı: ”Mustafa Kemal, Malatya Akçadağ’da doğdu. Ailesi Çakıroğulları diye biliniyor. Babası Mamo lakaplı Mehmet Reşat Bey. Türkmen kökenli, Teşkilat-ı Mahsusa üyesi. Annesi Ayşe Hanım. Akçadağ’da çiftlikleri var. Halası Zübeyde Hanım, çeteler tarafından kaçırılıp, bir süre alıkonuyor. Aile, laf-söz olmasın diye O’nu çiftliklerinde çalışan Ali Rıza Efendi ile evlendirip, Selanik’e gönderiyor. Atatürk 5 yaşındayken babası, çeteler tarafından şehit ediliyor. Ayşe Hanım, oğlunu alıp Selanik’e gidiyor.O da vefat edince Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım, küçük Mustafa’yı nüfusuna geçiriyor.” Hepsi bu kadar değil. Devamı da var. “ Atatürk , 1931 yılında Malatya ’ya gidince aileyi belediye hoparlöründen anons ettirmiş. Daha sonra da maaş bağlatmış. Atatürk ’ün abisi Ömer de cephede şehit olunca maaş çocuklarına geçmiş. Halen de ödenmeye devam ediyormuş…”

Anlatılanlara inanasım gelmedi. Ne de olsa ilk kez duyduğumuz şeylerdi bunlar. “Niye şimdi?” diye sordum. Madem böyle bir durum var, bunca yıldır neden kimse konuşmadı? Atatürk , bile bile niye sustu? Ya Akçadağ’daki yakınları? Atatürk , bir ulusun simgesi. Böyle bir ismin hayatı yüz yıldır yanlış biliniyor olabilir mi? Dedim ya her soruya bir cevabı mutlaka var. Anlattığına göre, devletin derinlikleri ve Atatürk ’ün yakın çevresi durumdan haberdarmış. Cumhuriyetin, devletin “bekası” adına adeta “omerta kuralı” işlemiş. Bilenler susmuş. Ebediyete kadar saklanmak istenen bu “sır” 1993 yılındaki bir tapu davasıyla ifşa olmuş. Çakıroğlu ailesi kadastro sorunu yaşayınca konu mahkemelik olmuş. Tapu, nüfus kayıtları, banka hesapları derken olay dallanıp-budaklanmış.

Ortaya Atatürk bağlantısı çıkmış. Tabii, bunu duyan Ankara derhal devreye girmiş. Bir rivayete göre, dönemin Genelkurmay Başkanı merhum Necip Torumtay apar-topar Malatya ’ya gidiyor. Belgeler toplanıp, Ankara ’nın kozmik odalarına getiriliyor.Bu arada dosya kapatılıyor;dava düşüyor. O mahkemenin tutanakları ve tanıkların ses kayıtlarının elinde olduğunu söyledi yazar. İşte böyle. İnanılması zor şeyler bunlar. Bize anlatılanlar “kurgu” ise, bu belgeler ne? Okuduklarınız, duyduğum ve gördüklerimden ibaret. Buradan yargıya varamayız. Kitap, yakında raflardaki yerini alacak. Bakalım, tarihçiler ne diyecek? Genelkurmay kayıtları,belgeler ne söyleyecek? Akçadağ’daki “akraba”lar ne anlatacak? Merakla bekleyeceğiz.
Kaynak: Ömer Şahin / Radikal

16 Ağustos 2012 Perşembe

Bir İslamcı Ne Zaman Zalim Olur

Bir islamcı ne zaman zalim olur?
Sivas'ta insanları yakarken "zalim" değiller miydi?
Geçen perşembe günü Fatih'te Roboski eylemi düzenleyen Mazlum-Der'e islamcı bir grup tarafından saldırı düzenlendi. Hüda Kaya, "islamcılar ne zaman zalim oldu" diye sorarken, "mütedeyyin" Mazlum-Der dinci şiddetle tanıştı.

Bir hafta önce İstanbul Fatih’teki Fatih Cami avlusunda buluşarak, "Uludere katliamında adalet" başlığıyla iftar yemeği verme hazırlığı yapan Mazlum-Der üyelerine ellerinde sopa ve satır bulunan kişiler tarafından saldırı gerçekleştirilmişti. Dün Radikal’de saldırıya maruz kalan Mazlum-Der üyelerinden Hüda Kaya’nın röportajı yer aldı. Ezgi Başaran’a konuşan Hüda Kaya, kendilerine saldıranların islamcıların olmasına şaşırdığını ve ilk defa “Allah’ım bizi dindar zalimlere karşı koru” duasını ettiğini söyledi.

28 Şubat ve öncesinde türbana özgürlük hareketi içerisinde yer alan ve zamanında idamla yargılanan Hüda Kaya, eylemde kendilerine saldıran kişilerin islamcı olmasını açıkça yadırgamış. İslamcı şiddetin varlığına şaşıran Hüda Kaya, yıllarca bu memlekette din adına neler yapıldığından habersiz görünüyor.

Türkiye’de en son Malatya'da vuku bulan olay hâlâ sıcaklığını koruyor. Hüda Kaya, Maraş, Çorum ve Sivas gibi katliamların yaşandığı ülkemizde ilk defa “dindar zalimlerin şerrinden” korunmak için dua ettiğini söylüyor.

Peki, bir islamcı ancak din kardeşlerine saldırdığında mı zalim olur?
Kaya'nın Ezgi Başaran'a söyledikleri "Bir islamcı, Ramazan ayında sokak ortasında sigara içen bir kadına saldırdığında zalim değil midir? Bir insanı yakarken zalim değil midir? Yoksa dinci şiddet ancak bir dindara yöneldiğinde mi anlam kazanmaktadır?" gibi soruları akıllara getirdi.

"Sivil polisler engellemedi"
Hüda Kaya’nın konuşmasında geçen bir diğer konu ise kendilerine saldıran kişilerin arasında sivil polislerin de yer alıyor olması. Kaya, olay günü çekilen videoda polis telsizi seslerinin de yer aldığını, yani olay vuku bulurken sivil polislerin de orada olduğu ama olayı engellemek adına herhangi bir girişimde bulunmadıklarını söylüyor. Kaya ayrıca kendilerine saldıran kişilerin Fatih esnafından olduğunu da belirtiyor.

Böylece Mazlum-Der üyesi Hüda Kaya, "ilk kez" polisin gerici bir topluluğun saldırısı karşısında hiçbir şey yapmamasına, hatta saldıran tarafa destek olmasına da tanık oldu. Kuşkusuz bu Kaya için bir ilk...

Saldırının nedeni Roboski mi?
Mazlum-Der gibi islamcı bir örgütün yaptığı eyleme başka islamcılar tarafından satırlarla saldırılması ise olayın ilginçliğini arttırıyor. Zira Kaya’nın belirttiğine göre saldırı eylemini organize edenlere herhangi bir müdahalede bulunulmamış ve sonrasında karakola yaptıkları şikâyetten de sonuç alınamamış.

Bu durum iktidarın, islamcı dahi olsa herhangi bir örgüt ya da kişinin Uludere hakkında konuşmasının istenmediğini gösterdi.

Ülkemizde din adına çok sayıda katliam gerçekleştirilmiş ve cinayetler işlenmişken dinci şiddetti görmeyenler aynı şiddet kendilerine döndüğünde, din kardeşlerinin zalimliğini "keşfetmiş" oldu. (soL-Haber merkezi)

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Aziz Yıldırım Fethullah Gülen’e Çok Öfkeli Ertuğrul Özkök Röportajı

Aziz Bey yaşlanmamış, gençleşmiş

DÜN sabah Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’la kahvaltı ettik.

Yanımızda sadece eşi ve baldızı vardı.

Yeni evlerine ilk olarak önceki gece geçmişler.

Ev, son günlerin en sıcak konusunu oluşturan Sevda Tepesi’ne yukardan bakıyor.

Tam karşıda ise Fatih Sultan Mehmet Köprüsü görünüyor.

FENERBAHÇELİLERE GÜZEL HABERİ VEREYİM

Önce Fenerbahçelilere iyi haberi vereyim.

Yıldırım dün tahliye edilirken, çok yorgun görünüyordu.

Saçları iyice ağarmış, yaşlanmış, kilo almış gibi bir hali vardı.

Dün sabah gördüğüm insanın, o görüntülerle uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Hatta şunu söyleyebilirim.

Aziz Yıldırım, geçen yıl 3 Temmuz günü gözaltına alınırkenki halinden bile genç ve diri görünüyor.

Yüzü gayet iyi. Kilo falan almamış.

Aziz Yıldırım savaşçı bir insandı.

-İçerden daha savaşçı bir insan olarak çıkmış.

TEK KİŞİLİK SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ GİBİ ÇALIŞACAK

-Önümüzdeki günlerde iki veya üç basın toplantısı yapacak.

Bunların içeriğini bana anlattı ama yazılmamasını istediği için yazmıyorum.

Bu toplantılar hakkında aldığım izlenim şöyle;

-BİRİNCİ basın toplantısı, polis, savcılar, hâkimler ve cezaevi şartlarıyla ilgili olacak.

Özellikle polisin uygulamalarına karşı çok tepkili.

Anladığım kadarı ile, bundan böyle tek kişilik bir “sivil toplum örgütü” gibi mücadele edecek.

Poliste, yargıda yapılan haksızlıkların ortadan kaldırılması için elinden geleni yapacak.

GÜLEN HAREKETİNE CEMAAT DENMESİ YANLIŞ

Özellikle Fethullah Gülen’e çok öfkeli.

Görüşlerini hiçbir sansüre tabi tutmadan, isim vererek, açıkça söylüyor.

Onlar hakkında “cemaat” kavramının kullanılmasına içerliyor. O yüzden bizzat Gülen’in adını vererek tarif ediyor.

İçerde bu konuda epey de çalışmış.

Yakınları, bu konuda konuşmamasını tavsiye ediyorlar. “Herkes susmuş, kenara çekilmiş, bir tek biz mi mücadele edeceğiz” diyorlar.

Onun görüşü ise şöyle:

“Tek başıma kalsam da mücadele edeceğim. Bu yargılamalar artık Türkiye’nin meselesidir.” 
Başbakan Erdoğan’ı ayrı bir yere koyuyor.

Onunla bir meselesi yok gibi konuşuyor.

Basın toplantısının havasına gelince...

Görüşlerini sakin bir dille anlatmaya kararlı.

Kırıcı değil, yapıcı bir eleştiriyi tercih edecek gibi görünüyor.

KULÜPLE İLGİLİ BOMBA GİBİ KARARLAR GELİYOR

-İkinci basın toplantısı ise şike konusuna ayrılacak.
Hukuk danışmanları daha şimdiden, kararlarda çok ama çok vahim 3 adli hata tespit etmişler.

-Üçüncü basın toplantısı konusunda henüz kararlı değil.

Bu toplantının konusu, Fenerbahçe’nin geleceği ile ilgili olacak.

“İçerde Fenerbahçe konusunda çok çalıştım. Planlarım hazır” diyor.

Bunları anlattı ama yazılmasını istemedi.

Bana göre, spor basınının manşetlerini en az bir hafta dolduracak malzeme var.

Anladığım kadarıyla, Aziz Yıldırım önümüzdeki dönemde sadece sporun değil, aynı zamanda siyasetin de önemli figürlerinden biri olacak.

Eve geldikten sonra çok sayıda insan aramış.

Saydığı isimler arasında Süleyman Demirel ve Deniz Baykal vardı.

Savaşa gireceksek “düşmanı” tanıyalım

MADEM Suriye ile savaşı bile göze aldık, o zaman “düşmanımızı” iyi tanımalıyız.
Ben de “milli dayanışma” duygularıyla, Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’in Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la yaptığı mülakatı dikkatle okudum.

İtiraf edeyim biraz şaşırdım.
* * *
  
BİR; burada her gün “Beşar Esad zor durumda, gitti gidecek” diye işitiyoruz.

Ama o çok sakin ve kendinden emin konuşuyor.

Sanki Ankara ondan daha öfkeli.
* * *
  
İKİ; Başbakan Erdoğan, “Suriye halkı bizim düşmanımız değil” diyor.

Beşar Esad da “Türk halkı bizim düşmanımız değil” diyor.

Kafam karıştı.

O zaman kim kime düşman?

Sadece hükümetler mi birbirine...
* * *
  
ÜÇ; benim bildiğim en acımasız savaşlarda bile, arada ilişki sağlayacak bir köprü vardır.

Esad, “Ne yazık ki, böyle durumlarda bizim arayabileceğimiz tek bir Türk komutan yok”diyor.

Türkiye’nin Şam’daki ataşesine ulaşmak istemişler, o bile “Dışişleri ile konuşun” demiş.

Bence bu çok yanlış bir tutum.
* * *
  
DÖRT; Esad, “Cenevre’de alınan kararlar bizi tatmin eder” diyor.

Yani dış müdahale kaldırılıp, Suriye halkı karar verirse, ses çıkarmayacağını söylüyor.

İç savaş yaşadığı iddia edilen bir devlet başkanının kendinden ve ülkesinden bu kadar emin konuşması tuhaf değil mi.

Yoksa orada durum bildiğimizden farklı mı...
* * *
  
Diyorum ya: “Eğer savaşacaksak, düşmanımızı iyi tanıyalım.”
Benim fikrimi soruyorsanız;

Adalet Ağaoğlu’nun “Düğün Gecesi” romanının o harika girişinden arakladığım şu cümle ile cevap vereceğim:

“Eğer intihar etmeyeceksek; yazın keyfini çıkaralım bari...” devamı için linki tıklayınız

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Cumhuriyet Halt Partisi / Yılmaz Özdil Hürriyet

Cumhuriyet Halt Partisi
Süt rezaleti nedeniyle hükümetin zor durumda kaldığını gören ana muhalefet partisi, derhal, en medyatik genel başkan yardımcısını istifa ettirerek, gündemi değiştirme kararı aldı sayın seyirciler...

Ancak, kendi içinde tam vaktinde kaos çıkarmasına rağmen, köşeye sıkışan hükümeti yeteri kadar rahatlatamadığını fark eden ana muhalefet partisi, genel sekreterin de derhal görevden alındığını, süt işi uzarsa, parti yönetiminin toptan bırakacağını duyurdu sayın seyirciler...

Yalaka gaztecilerin bile süt skandalının peşini bırakmadığını, bakanlarımızı terlettiklerini anlayan ana muhalefet partisi, telaşa kapıldı, “boşverin sütü mütü, bizim genel başkan istifa ediyor, koşunnn” diyerek, gaztecilere cepten mesaj gönderdi sayın seyirciler...

Hükümetin kabaran sütü, üflene üflene söndürülürken, maalesef, kredi notumuz söndürüldü, enflasyon kabardı. Derhal devreye giren ana muhalefet partisinin hizipleri, sütün psikolojisini aslında ana muhalefet partisinin bozduğunu açıkladı. Ana muhalefet partisinin bi mebusu ise, son kullanım tarihi geçmiş sütleri Mustafa Kemal’in emriyle İsmet İnönü’nün kutuladığını söyledi sayın seyirciler...

Hükümetimiz 53 kuruştan içirirken, ana muhalefet partisine mensup İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin aynı sütü 37 kuruştan içirdiğinin ortaya çıkması üzerine, derhal hukuki mücadele başlatan ana muhalefet partisi, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu ve haksız rekabet soruşturmasının selameti için parti üyeliğini askıya aldı sayın seyirciler...

Flaş... Flaş... Flaş...
Senelerdir ana muhalefet partisinin genel merkez binasında yaşayan kedi Şero, süt zehirlenmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı! Patisinde serumla süt dökmüş kedi gibi canlı yayına katılan Şero, “abi bunlardan hayır yok, bari gideyim de hükümetin avanta sütünü kapayım dedim, başıma bunlar geldi, galiba siyaseti bırakıcam” dedi sayın seyirciler... linki tıklayınız...

Yılmaz ÖZDİL

5 Nisan 2012 Perşembe

İşçi Sınıfının Mücadele Aracı Mı Burjuvazinin İdeolojik Aygıtı Mı? Özgür Müftüoğlu

İşçi sınıfının mücadele aracı mı burjuvazinin ideolojik aygıtı mı?   
TOPLU İŞ İLİŞKİLERİ KANUN TASARISI -3
İşçi sınıfı hareketi, üzerinden artı değer elde etmek üzere emek gücünü metalaştırıp emekçiyi toplumsal bir varlık olarak kabul etmeyen kapitalist üretim sistemine karşı bir isyandır. Kapitalist üretimin yaygınlaştığı 18. yüzyıldan itibaren milyonlarca emekçi yaşamını sefalet içerisinde sürdürmek zorunda kalmış; işsizliğe, güvencesizliğe, uzun çalışma sürelerine, çocuk çalışmasına, kadınların gece çalıştırılmalarına ve son derece düşük ücretlere karşı emekçi kesimlerden tepkiler yükselmeye başlamıştır. Emekçilerin tüm bu sorunların kaynağı olan kapitalist sisteme ve sermaye sınıfına karşı birey olarak mücadele edebilmesi mümkün değildir, dayanışma içerisinde örgütlü bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir. İşte sendikalar işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı yürüttüğü bu mücadelenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır.

Kapitalist toplum düzenine ve egemen sınıf olan sermayeye karşı işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikalar, ortaya çıkış süreçlerinde -doğal olarak- burjuva (liberal) demokrasi anlayışının gereği olan girişimcilik özgürlüğüne engel olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere erken sanayileşen, burjuva devlet/demokrasi anlayışını erken yaşama geçiren ve toplumsal sorunların da erken ortaya çıktığı ülkelerde tüm engellemelere rağmen işçi sınıfı sendikalarıyla örgütlü mücadelesini sürdürmüştür. Ne zaman ki işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların baskıyla engellenemeyeceği anlaşılmıştır o zaman sendikalar tanınmak zorunda kalınmıştır. Sermaye ve onun güdümündeki burjuva devlet yönetimleri sendikaları tanırken, onları kapitalizme karşı devrimci bir mücadeleden uzaklaştırıp, kendi denetimleri altına almayı ve uzlaşmanın bir aracı haline getirmeyi hedeflemişlerdir.

Sendikaları denetim altına almanın yolu sendikaların faaliyetlerini yasalar içerisinde düzenlenmekten geçmektedir. Burjuva demokrasi anlayışında yasalar burjuvazinin egemenliğini meşrulaştırma aracı olarak kullandığı parlamento sistemi içerisinde yapılır. İşçi sınıfına seçme ve seçilme hakkı verildikten sonra dahi burjuva parlamenter sisteminde burjuvaziyle uzlaşma içerisinde olmayan ve tehdit olarak görülen partilerin ya faaliyetleri tamamen engellenmiş ya da parlamentoda temsil edilmeleri çeşitli yollarla (seçim barajı vb.) engellenmiştir. Böylece parlamenter rejim içerisinde işçi sınıfı partileri yasama süreçlerinde etkili olacak bir çoğunluğa hiçbir zaman erişememişlerdir. Yani kapitalist toplum düzeninde yasama organı olan parlamento ve o parlamentolardan çıkan yasalar daima burjuvazinin çıkarları doğrultusunda olmuştur. Nadiren işçi sınıfının hak ve çıkarlarını geliştiren yasalar çıkartılmışsa da bu, işçi sınıfının üretim sürecinde ve sokaktaki gücü sayesinde ya da kapitalizmin dönemsel çıkarlarına uygun olduğu için (sosyal devlet uygulamaları vb.) gerçekleşmiştir. Dolayısıyla işçi sınıfının gücünde zayıflama veya kapitalizmin çıkarlarında bir değişim olduğunda işçi sınıfı için olumlu düzenlemeler de ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Yasalara hapsedilen sendikacılık
İşçi sınıfı mücadelesiyle elde edilen sendikal haklar, kolektif hakların temelini oluşturmaktadır. Burjuva demokrasi anlayışının getirdiği girişimci ve mülkiyet sahiplerini korumakla sınırlı bireysel hak ve özgürlüklerin, emekçi kesimler için de geçerli olması ancak kolektif hakların varlığıyla mümkündür. Dolayısıyla geniş emekçi kesimlerin bireysel haklarını kullanabilmesi için sendikal haklar son derece önemlidir. Burjuvazi sendikal hak ve özgürlükleri tanımlarken ve düzenlerken sendikaları sadece üretim sürecinde ekonomik hakları sağlamayı amaçlayan örgütler olarak değil kendisiyle siyasal mücadele yürüten, ideolojisine karşıt örgütler olarak da görür. Bu nedenle burjuvazi çıkarttığı yasalarla sendikaları önce kendisine ideolojik karşıt olmaktan çıkartmayı sonra da kendi ideolojisinin yani kapitalizmin ideolojik aygıtı haline getirmeyi hedefler.

Kapitalist üretim sisteminin sömürüsüne karşı; işçi sınıfının mücadele aracı olarak ortaya çıkan sendikaları, kapitalizmin ideolojik karşıtı olmaktan uzaklaştırmanın yolu önce sendikaları, sınıf düşüncesinden uzaklaştırıp sadece üyeleri adına toplu pazarlık yapan bürokratik örgütlere dönüştürmektir. Bu nedenle işçi sınıfının mücadele geleneklerine bağlı olarak değişmekle birlikte genellikle yasalarda, sendikaların örgütlenme alanı iş kolu ya da işyeri düzeyiyle; faaliyetleri örgütlü oldukları alan içerisindeki işçiler adına yaptıkları toplu pazarlıklarla; toplu pazarlığın konusu ücret ve çalışma koşularının belirlenmesiyle; işçi sınıfının en önemli mücadele silahı olan grev ise toplu pazarlık sürecinde uyuşmazlık halinde başvurulacak bir yol olarak sınırlandırılır. Ayrıca sendikaların faaliyetleri doğrudan ya da dolaylı olarak devlet denetimi altında tutulur. Böylece burjuvaziyle mücadele için ortaya çıkan sendikalar burjuvazinin koyduğu yasaların içine sıkışıp kalır ve giderek işçi sınıfından ve sınıf mücadelesinden uzaklaşır. Buna en açık örnek 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında II. Enternasyonal’in dağılmasına da neden olan ayrışmanın ardından, sendikal hareketin yasalar içine hapsolmasıyla birlikte sendikaların üye sayısı artarken, işçi sınıfının Marx’ın tarihsel materyalizm içerisinde tanımladığı toplumsal yapıyı değiştirme gücüne sahip, devrimci bir nitelik içeren sınıfsal bilinçten uzaklaşmasıdır. Sendikaların sınıftan uzaklaşması, emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin en aza indiği dönem olarak tarif edilen fordist üretim sistemi ve sosyal devlet uygulamalarının geçerli olduğu 1946’dan 1970’lerin başlarına kadar geçen dönemde daha da artmıştır. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde, sendikaların sayısal olarak büyümesine olanak veren yasal düzenlemelerle rehavete sürüklenen ve mücadeleden tamamen kopan sendikalar kapitalist sisteme bağımlı örgütler haline gelmiştir.

Kapitalizmin 1970’lerde ortaya çıkan krizinin ardından bir taraftan üretim sistemi yeniden esnekleşirken liberal devlet anlayışı da egemen olmuştur. Yani işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların ortaya çıkmasına neden olan 18. ve 19. yüzyıldaki koşullar yeniden geçerli hale gelmeye başlamıştır. Küreselleşmeyle birlikte üretimin işçi sınıfının zayıf olduğu ucuz emek bölgelerine kayması, merkez ülkelerdeki çalışma standartları ve sosyal haklar üzerinde de baskı yaratmıştır. Üye sayıları oldukça yüksek olmasına rağmen sınıfsal perspektifini kaybetmiş ve kapitalizmin güdümüne girmiş olan sendikalar, işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılara karşı koyamamıştır.

Kim kim için kime karşı?
20. yüzyılın başından itibaren burjuvazinin yasalarla denetim altına aldığı sendikalar, yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde artık kapitalizmin ideolojik karşıtı olmaktan tamamen çıkmıştır. 18. ve 19. yüzyıl sömürü koşullarının yeniden yaşama geçmesine karşı koymayan sendikalar, kapitalist sistemi yeniden üreten ideolojik aygıtlar haline gelmeye başlamıştır. Örneğin kapitalist ülke sendikalarının en büyük üst örgütü olan Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU), 1981 yılında Yeni Delhi Bildirgesi ile küreselleşme sürecinde sınıflar arası uzlaşmayı yani sosyal diyaloğu savunmuştur. Öte yandan Avrupa Sendikalar Birliği (ETUC) de benimsediği sosyal diyalog anlayışı içinde AB düzeyinde “sosyal partner” olarak kabul ettiği işveren temsilcileriyle Avrupa komiteleri ve danışma organlarında yıllardır birlikte çalışmaktadır. Yani sermayeye karşı işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikalar, sermayeyle sosyal diyalog içerisine girmekte ve hatta sermayeyle sosyal partner yani “ortak” olabilmektedir.

Peki, sendikaların sermayeyle olan diyaloğu ve partnerliği kime karşıdır?

Kapitalist üretim sisteminin, emeği sömürmeye dayanan temel felsefesinde 18. yüzyıldan bu yana hiçbir değişiklik olmamıştır. Diğer bir söyleyişle işçi sınıfının sermaye ile mücadele için örgütlenmeye yani sendikalara en az 200 yıl öncesi kadar ihtiyaç vardır. Ancak bugün sendikaların, burjuva parlamentolarında çıkartılan yasaların çizdiği sınırlar içerisinde geldikleri yer mücadele için kuruldukları sermaye ile partnerlik (ortaklıktır).

Sendikaların sermaye ile kurduğu bu ortaklığın hedefinde emekçiler ve onların yüzyıllar süren mücadelelerle elde ettiği kazanımlar vardır. Artık sendikaların çok önemli bir bölümü işçi sınıfının mücadele aracı olmak bir tarafa sermaye ile iş birliği içinde emeğin daha fazla sömürülmesine katkıda bulunmaktadır.

Sendikalar deli gömleğinden kurtulmalı
Türkiye’de sendikalar, 1947 yılında çıkartılan 5018 sayılı Yasa’ya kadar engellenmiştir. 1946 yılında sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının kalkmasının ardından işçiler hızla örgütlenmiş ve etkili grevler gerçekleştirmiştir. Grev hakkını yasaklayan 5018 sayılı ilk sendikalar yasası burjuva demokrasi anlayışına uygun olarak işçileri ve sendikaları baskılamak üzere çıkartılmıştır. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından dönemin sermaye birikim rejimine uygun olarak çıkartılan 1961 Anayasası ve 1963 tarihli 274 ve 275 sayılı yasalarla grevli sendika hakkı tanımıştır. 1967 yılında kurulan DİSK’in devletin denetimden çıkarak, yürüttüğü mücadeleci sendikacılık anlayışını kırmak için parlamentoda çıkartılan yasalar 15-16 Haziran 1970’te gerçekleştirilen işçi direnişleriyle püskürtülmüştür. 12 Mart 1971 askeri darbesi işçi sınıfı hareketi üzerinde baskı kurmaya çalışmışsa da mücadeleci sendikalar buna da teslim olmamış ve 1970’li yıllar boyunca DİSK öncülüğünde işçi sınıfı hareketi yükselmiştir. Yükselen işçi sınıfıyla baş edemeyen burjuvazi çareyi 12 Eylül 1980’de gerçekleşen yeni bir askeri darbeyle sağlamaya çalışmıştır. Türkiye’nin 1970’lerde başlayan neoliberal dönüşüm sürecine uyumunu amaçlayan 12 Eylül darbesi sendikaları baskı altına almış ve kapitalizme ideolojik karşıt olmaktan çıkartıp kapitalizmin ideolojik aygıtlarına dönüştürmeyi amaçlamıştır. 1983 yılında çıkartılan 2821 ve 2822 Yasalar bu dönüşümün yansımasıdır. 1983 yasalarının yanı sıra ICFTU ve ETUC’da Türkiye’de sendikaların kapitalist sistemle bütünleşmesinde önemli işlevler görmüştür. 2001 yılında AB üyelik sürecine uyumu hedefleyen Ulusal Program sonrasında AB’ye uyum adı altında özellikle ETUC aracılığıyla gerçekleşen iş birliği sonucunda sendikalar sosyal diyalog anlayışı içinde sermaye ile partner (ortak) olma anlayışını benimsemişlerdir. Böylece özellikle 2001 yılından bu tarafa getirilen ve emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmaya yönelen tüm düzenlemeler sendikalar tarafından sosyal diyalog süreçlerinde meşrulaştırılmıştır.

Toplu İş İlişkileri Kanunu adı altında getirilen yeni sendika yasası, diğer tüm yasalar gibi burjuvazinin sendikalar üzerindeki denetimini arttırmaya ve işçi sınıfının giderek artan sömürü koşullarına karşı mücadele direncini kırmaya yöneliktir. Emekçi kesimler, sermaye ile mücadeleye en fazla ihtiyaç duyduğu bir süreçte mücadelenin aracı olan sendikalara da ihtiyaç duymaktadır. Sendikaların sermayenin ideolojik aygıtı olmaktan çıkıp yeniden işçi sınıfının mücadele araçları haline dönüşmesi için her şeyden önce burjuvazinin sendikaları içine sokmaya çalıştığı deli gömleğinden kurtulup, yeniden sınıfsal bir perspektife kavuşması gerekir. Diğer bir söyleyişle yasalardan medet umarak sendikacılık yapmak yerine emekçilerin gücünü mücadeleye dönüştürecek bir sendikal anlayışa acilen ihtiyaç vardır. Özgür Müftüoğlu (Evrensel)

1 Nisan 2012 Pazar

Özdemir İnce'nin Son Yazısı Askerler Kışlaya Din Adamları Camiye Çekilsin

Özdemir İnce'nin Son Yazısı Askerler Kışlaya Din Adamları Camiye Çekilsin
Özdemir İnce Hürriyet gazetesindeki son yazısında  "İmam hatip ve İlahiyat Fakültesi mezunlarının yeri Diyanet İşleri ve camilerdir. Tıpkı askerin yerinin kışla olduğu gibi. Askerin kışlasına çekilmesini isteyenler, din adamlarının neden camilere çekilmesini istemiyorlar?" diye sordu.

Son yazım/Özdemir İNCE
1960’ların sonunda TRT televizyonunu kurarken, belgesel, kültür, eğitim-öğretim programlarımızla bir rönesans yaratabileceğimizi sanıyorduk, dahası buna inanıyorduk. Aradan geçen 50 yıl içinde, TRT’nin televizyonları ve bütün özel televizyonlar, elbette bir rönesans yarattılar, ama saldırgan bir cehaletin rönesansı oldu bu.

AKP’nin eğitim reformunu tartışacaklarmış televizyonlarda, imam hatip okullarından, liselerinden (İHO’lar) söz ediliyor ama hiçbir tartışma yöneticisi, bu okulların hayat sebebi olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan (TTK) söz etmiyor. CHP başta olmak üzere hiçbir parti TTK’dan söz etmiyor. Tanınmış bir profesörcü çıkıp, “İsterseniz TTK’yı tartışalım!” diye meydan okuyor. Gazetelerin yazarlarının, yazıcılarının, muhabirlerinin de TTK’dan haberleri yok. Kimileri “İHO’ların genel liselerden farkı yok, üstelik din dersi de okuyorlar!” diye iyimser masallar anlatıyorlar.
ADAMLARIN HAYRAN OLDUĞU ADAM
Türkiye öyle bir hale geldi ki Cumhuriyet’e, onun devrim yasalarına, kazanımlarına karşı olmak, aydın, demokrat, özgürlükçü ve daha liberal olmanın nişanesi oldu. 16 Mart 2012 tarihli gazeteler yazıyordu: Ekvator Cumhurbaşkanı, Arapların sözde baharlarından söz ederken, “Arap baharı sürecinde Türkiye bir model rolü oynayabilir. Buralarda işbirliği yapabiliriz. Ben eminim ki Arapların Atatürk gibi bir liderleri olsaydı bugün yaşadıkları sorunları yaşıyor olmayacaklardı” demiş. Bütün gazeteler, bütün televizyonlar Rafael Correa Delgado’nun bu cümlesini böbürlenerek anıyorlar. Vay be!!!!!!!!!!
Sadece Rafael Correa Delgado’nun değil, 1920’lerden itibaren bütün çağdaş, çağcıl ve adam gibi adam devlet adamlarının hayranlıkla sözünü ettiği Mustafa Kemal Atatürk ile sizlerin (onların) sadik bir hazla yerden yere vurduğu Devrim Yasaları ayrılmaz bir bütündür, aynı ve tek şeydir. “Atatürk” demek Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’dur. Devrim Yasaları’nın tamamıdır. Ama bizim cehalet rönesansının yoz ürünleri Anayasa’nın 174. maddesini açıp bu maddede yer alan Devrim Yasaları’nın neler olduğunu bir kez okumamışlardır. Anayasa’nın ilk dört maddesinin yanı sıra 174. maddesi de değiştirilemez, bu maddeye aykırı yasa çıkarılamaz! İktidarın 4+4+4 yasası Anayasa’nın 174. maddesine aykırıdır!
AĞIZLARININ PAYINI VEREMİYORLAR
İslamcı, karşı devrimci gazete ve televizyonların çalışanları kendiliklerinden Said-i Nursî ve Kürdî’nin, Fethullah hocalarının külliyatlarını okuyup hatmediyorlar ama (gerçekte ve sözde) cumhuriyetçi kesimin cumhuriyet tarihinden, devrimlerin tarihinden, devrim yasalarının gerekçelerinden haberleri bile yok. 2012’nin ölçüleriyle Devrimci Cumhuriyet’i hallaç pamuğu gibi atanlar karşısında bunlar apışıp kalıyorlar, gıkları çıkmıyor. “Kardeş beri bak hele, sen Atatürk cumhuriyetinin 1921 Anayasası’nın kuvvetler birliği rejimini eleştiriyorsun, ama AKP hükümetinin anayasa dışı kuvvetler birliği rejiminin uygulamalarını savunuyorsun!” diye çıkışıp ağızlarının payını veremiyorlar.
ASKER KIŞLAYA İMAM CAMİYE
Cumhuriyetçi olduğunu iddia ve kabul eden bir gazeteyi ya da televizyonu yönetsem, geçmişte yaptığım gibi, Atatürk Araştırma Merkezi’nin 2005 yılında yayınladığı “Türkiye’yi Lâikleştiren Yasalar” (Hazırlayan ve Sadeleştiren: Prof. Dr. Reşat Genç; Giriş: Ord. Prof. Reşat Kaynar) adlı belgesel kitabı satın alır bütün personele dağıtırdım. 3 Mart 1924 tarihli TBMM görüşmelerini ve o gün çıkarılan üç devrim yasasının gerekçelerini içeren kitaptan sınava sokardım tamamını. Ama Devrim Yasaları bu kadar değil ki, tamamı Anayasa’nın 174. maddesinde yazıyor. Bir adım daha atıp, Devrim Yasaları’nın gerekçelerinin TBMM tutanaklarından okunmasını sağlardım. Belki o zaman, TTK’nın, “Bir devletin genel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararlı ve güzellikleri görülmüş bir ilkedir. Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder” gerekçesinin ne anlama geldiğini anlarlar ve anlatabilirlerdi. Eğitim ve öğretim birliğinden yoksun ülkeler sonunda parçalanır. İmam hatip ve İlahiyat Fakültesi mezunlarının yeri Diyanet İşleri ve camilerdir. Tıpkı askerin yerinin kışla olduğu gibi. Askerin kışlasına çekilmesini isteyenler, din adamlarının neden camilere çekilmesini istemiyorlar?
[Değerli okurlar, son yazımı okudunuz! Teşekkür ederim! Sağlıcakla kalın!] Ayrıntılar için linki tıklayınz

17 Mart 2012 Cumartesi

Yılmaz Özdil Yazdı Afganistan O Karzai Biz Niyazi

YILMAZ ÖZDİL: O KARZAİ BİZ NİYAZİ 
Hürriyet Yazarı Yılmaz Özdil Afganistan’da ölen 12 asker için yazdığı yazı çok konuşuldu. İşte o yazı:

Afganistan

Karzai...
Amerikan vatandaşı.
Petrol şirketinde çalışıyordu.
Petrol şirketi Amerikan.
*
Eşi, Afganistan’ın först leydi’si güya...
Pakistan’da yaşıyor.
Oğlu da.
*
Bi kardeşi restoran işletiyor, Washington’da.
Öbür kardeşi restoran işletiyor, Chicago’da.
Kayınbiraderi mobilyacı, Virginia’da.
Yeğenleri desen...
California’da.
*
New York Times gazetesi yazdı...
Bi kardeşi senelerdir CIA’den maaş alıyor.
Bi başka kardeşi uyuşturucu baronu.
Kız kardeşi de var...
Onun restoranı Massachusetts’te.
*
Hükümet kurdu.
1-2 değil, 12 bakanı Amerikan vatandaşı.
*
Mesela, Adalet Bakanı’nın diploması...
Nebraska’dan.
Ekonomi Bakanı
Kanada’dan.
Ticaret Bakanı
Illinois’den.
Eğitim Bakanı
Alabama’dan.
Tarım Bakanı
Omaha’dan.
*
(Rahmetli Ecevit’in dili sürçmüş, “Afganistan genel müdürü” demişti bunun için... Meğer doğru söylemiş.)
*
Resmi olarak, sadece 525 dolar maaş alıyor.
Daily Telegraph manşet yaptı...
Dubai’de emlak kralı.
90 milyon sterlinlik gayrimenkulü var, sırf Palmiye Adası’nda 12 villası olduğu söyleniyor.
*
Bu Afganistan’dan...
ABD askeri çekiliyor.
İngiliz askeri kaçıyor.
Alman kaçıyor.
Fransız kaçıyor.
İspanyol kaçıyor.
*
Türkiye uçuyor!
Evlatlarımız ölüyor.
*
Şehitlerimizin aziz hatırasına saygısızlık etmek istemem ama...
O Karzai.
Biz niyazi.

2 Mart 2012 Cuma

Nuray Mert'le 28 Şubat Röportajı

Nuray Mert: Kabustu, gerçek oldu 
Evrensel gazetesinden Fatih Polat, Milliyet’in yazılarına son verdiği Nuray Mert ile 28 Şubat’ı konuştu.

28 Şubat süreci neydi? 28 Şubat sürecinin Deniz Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Güven Erkaya, “Bu defa Silahsız Kuvvetler halletsin” diyerek medyanın o müdahaledeki rolüne işaret etmişti. Bugün 28 Şubat’ı eleştiren çok köşe yazarı var. Medyanın o dönemki tavrı açısından neler söylenebilir?
28 Şubat postmodern darbesini, sadece askerlerin sivil siyaset üzerindeki vesayeti ile açıklamak doğru olmaz, hatta yanıltıcı olur. 28 Şubat, 80 sonrası genel siyasi tabloya ilişkin diğer etkenleri bir yana bırakırsak, öncelikle, İslamcı hareketin yükselmesine karşı, laiklik adına hareket eden tüm çevrelerin, askeri desteği arkasına alarak, son ‘sindirme’ girişimiydi. Şimdilerde, meseleyi sadece ‘askeri vesayet’ ile açıklama tavrı, son derece iki yüzlü bir ‘temize çıkma’ çabasının ürünüdür. Şöyle ki, tüm sorumluluk tasfiye olmuş bir güç olan askerlere yüklenerek, laik otoriterlikten yana tavır gösteren çevreler, işin içinden sıyrılmayı başarıyorlar. Sadece köşe yazarları değil, büyük patronlar, bazı siyasetçiler, ‘bizi korkuttular’ gibi özrü kabahatinden büyük bir bahaneye sığınmayı yeni döneme ayak uydurmanın yolu olarak pazarlamaya giriştiler. Bu durum, yeni sadakat ilişkileri kurmak adına mevcut iktidarın da işine geliyor. Oysa, öncelikle basın dünyasından söz ediyorsak, durum ‘korkma’ meselesi değil, tam bir ‘gönül birliği’ idi. O manşetler, korkudan atılmadı, o yorumlar korkudan yapılmadı; İslamcılığa ve hatta muhafazakarlığa, dindarlığa karşı tavrın açık ifadesi idi. Bu kesim, muhafazakar kesimi anlamaya katiyen yanaşmadı, ne yazık ki, güç onlara geçince şimdi biat ediyorlar, ben hâlâ samimi bir yüzleşmenin gerçekleşmediğini ve bu gidişle gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum.

Siz 28 Şubat döneminde generallerin siyasete müdahalelerini de, bugünkü siyasal iktidarın uygulamalarını da eleştiren isimlerden birisiniz. Türkiye’de aydınların asker ya da sivil iktidar karşısındaki duruşu nasıl değerlendirilebilir?
Başladığımız yerden devam edelim isterseniz. Muhafazakar kesimin dışında kalan aydınların, asker-sivil iktidarlar karşısındaki duruşu, iktidarda olanın kim olduğuna göre değişiyor, bu bir vaka. Ama, 28 Şubat’ta mesele sadece gücün kimin elinde olduğu değildi. Laik kesimdeki siviller, muhafazakarların özgürlük talepleri konusunda askerlerden farklı düşünmüyordu. En özgürlükçü isimler, başörtüsü yasağının kalkması gibi en temel hak ve özgürlük talepleri karşısında, ‘kamu alanı’, ‘hizmet alan/veren’ tartışmalarına dalıyordu. Bu kesimde sadece Kemalistler açık, diğerleri örtük tavır takındı, ama tavırları özgürlükçü değildi. En demokratlar bile başörtülü kadınlar ile tenezzülen konuşuyordu, ben o kesime destek veriyorum diye dokuz köyden kovuldum, tacizlerden usandığım için dost toplantılarına gidemez hale gelmiştim. Şimdi, beni İslamcıları desteklemekle suçlayanlar baş demokrat, hatta beni Kemalist/cuntacı vs. olmakla itham etme cüretini gösterenler bile var. Böyle ‘demokrat’ları olan bir ülkede demokrasi de bu kadar olur. Böylesi demokratların desteğinden iktidar da çok memnun, 28 Şubat hesaplaşması da bu çerçevede gidiyor.

28 Şubat sürecinde İsmail Hakkı Karadayı’nın ardından Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti. Ama öyle olmadı. Önceki darbelerle kıyaslandığında, etkilerinin daha çabuk aşılmış olması nelere bağlanabilir?
Bu söz, 28 Şubat’ın ardındaki zihniyetin ne kadar ‘idraksiz’, dayatmacı ve ve toplumsal gerçeklerden kopuk olduğunun ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımıyordu. Evet, 28 Şubat’ın etkileri daha önceki darbelere göre daha çabuk aşıldı, çünkü öncelikle, muhafazakar toplumsal dinamikler bu son çırpınışı bertaraf etmeyi başardı. Yaşanan tüm engelleme çabalarına rağmen, muhafazakarlar iktidar olmaları önüne dikilmiş engelleri aşıp güçlü bir şekilde iktidar oldular, böylece güçlü bir toplumsal desteğe dayanarak kendilerine karşı kurgulanan süreci tasfiye etmeyi başardılar, çok da iyi oldu.
Ancak, muhafazakarların hedefi, sadece 28 Şubat’ı aşmakla ve güç ilişkilerini tersine çevirmekle sınırlıydı. Oysa 12 Eylül’ü aşmak tam demokratikleşme ile başarılabilecek bir süreç, bunun gerçekleşmesi ise, o günden bugüne mümkün olmadı. Dahası halen bu yönde bir süreç işlemiyor. İktidarın lafta 12 Eylül darbesi sorgulamalarına karşın, o düzenin tüm unsurlarını yerli yerinde bırakmaktaki ısrarı başka nasıl izah edilebilir? Daha yüzde on seçim barajı, 12 Eylül’ün baskıcı yasaları, DGM’ler isim değiştirerek yerli yerinde duruyor, Kürt meselesine ilişkin militarist zihniyet ve politikalar yerli yerinde. ‘12 Eylül’de işkence vardı, kalktı (?), doksanlarda faili meçhuller vardı bitti, bu gelişmeleri dikkate almak lazım’ demek de büyük zuldür! Otuz senede dünya değişti, Türkiye değişti, Kürtler ölümüne direndi, bu süreçte ‘işkence ve faili meçhuller bitti’ye yoğunlaşmak şimdi yaşananları bunun gölgesine itmek değil demokrat hiçbir vicdan sahibi insana yakışmaz. Bu koşullar altında, 12 Eylül ile hesaplaşmayı Kenan Evren hakkında dava açılması ile sınırlamak, sadece bazı Türkiye demokratlarını avutup, ikna edebilir ki, onların da düştüğü acıklı hal ortada.

28 Şubat döneminde mahkemelerin cuntanın hislerine tercüman olan kararlar aldığını biliyoruz. Özel Yetkili Mahkemeleri ve TMK’sı ile yargının bugünkü hali hakkında neler söylenebilir?
12 Eylül düzeni tasfiye olmadı dediğimde tam da bunu kasdediyorum. İşin en acıklı yanı, şimdilerde ‘tasfiye olmadı’ diye itiraz etmek bile imkansız hale geldi. Evren’in dava edilmesi sizi avutmuyorsa, işitmedik laf kalmıyor. Güya herkes ÖYM’lerden şikayetçi ama, genel mazeretçilik devam ediyor. Geldiğimiz noktada en acıklı olan yan burası.

Türkiye 28 Şubat’ta andıçlardan çok çekti. Peki bugün ‘andıçların’ tarih olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şimdi andıçlamanın şekli değişti, belli ki, asker veya sivil bu ülkede iktidar ve güç sahibi olanların muhalefete tahammül anlamında demokrasi anlayışında çok fazla fark yok. Yine de, askerlerin doğrudan listeler yayınlaması, birilerini hedef alması katlanılır şey değildi, o nedenle geçmişte yaşananları hafife almamak lazım. Şimdiki duruma dair en acıklı nokta ise, şimdilerde bırakın iktidarın baskılama siyasetlerini, gazeteci, yazar, demokrat sıfatlı insanların andıçlama işini bizzat üstleniyor olması. Hedef göstermesi, itham etmesi, ‘yazdıklarının, söylediklerinin düşünce sınırı dışında olduğunu ilan ederek fişlemeye girişmesi’, kara propagandalara gönüllü yazılması. Ne diyeyim, üniformalı veya değil, laik veya muhafazakar, çok asker ruhlu bir milletmişiz. ‘Her Türk asker doğar’ lafı boşuna değilmiş.

MİLİTARİZMİ SADECE ÜNİFORMA İÇİNDE GÖRMEK BÜYÜK HATADIR

Türkiye’de eskiden, 10 yılda bir darbe tartışması yapmak, darbenin koşulları olup olmadığına dair spekülasyon yapmak yaygındı. Bugün ise darbeleri eleştirmek konusunda güçlenen bir eğilim var ve darbe tehlikesinden söz eden de pek yok. Bunu neye yormalıyız? Türkiye çok mu demokratikleşti?
Evet, Türkiye bir anlamada kuşkusuz demokratikleşti. ‘Aslında asker gitti, sivil otorite geldi fazla bir şey değişmedi demeyelim’, ben sivil otoriterlik tartışmasını açtığım zaman bunu demedim. Ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayeti ve en önemlisi bu psikoloji tasfiye oldu, insanların zihinlerinde ‘askerler ne der, ne yapar?’ gölgesi kaygısı kalmadı, bu çok önemli bir gelişmedir. Ancak, otoriter siyasetleri ve militarizmi sadece üniforma içinde görmek büyük hatadır, sivil güçler, iktidarlar da otoriterleşir, benim ileri sürdüğüm buydu, bunu söylediğim zaman sadece ‘kaygı’ idi, şimdi gerçek oldu. İktidar partisi, ‘hayaldi gerçek oldu’ diyor ya, benimki de ‘kabustu, gerçek oldu’. Sonuçta, toplumlar her türlü otoriterlikle mücadele ederek demokratikleşir, Türkiye’de de ya böyle olacak ya da giderek daha karanlık bir tünele gireceğiz. Diğer taraftan, ‘toplum ordu, darbe kompleksinden nihayet kurtuldu diyoruz, ama bu kez de iktidar ve bazı demokrat çevreler otoriter siyasetleri ‘darbe korkusu’nu canlı tutarak meşrulaştırmak yoluna gidiyorlar. O anlamda, hala ‘darbelerin gölgesindeyiz’. Bu çok önemli bir husus ve uzun boylu tartışılmalı diye düşünüyorum.
(evrensel)

20 Şubat 2012 Pazartesi

Yalan Dünya Dizisinin Güzelliği / Ateş İlyas Başsoy

Yalan Dünya'nın güzelliği 
Filmler bazen ciddi insanları anlatır, bazen tam tersini. Coen Kardeşler’in kara mizah şaheserlerinden biri olan “Ciddi Bir Adam”da kahramanın işiyle, eşiyle, komşunun çimiyle ilgili birçok “ciddi” sorunu vardır. Film boyunca bu sorunlarla uğraşır. Finalde tüm sorunlar bir şekilde çözülür ve kahraman nihayet rahat nefes alır. O sırada doktoru telefon eder: “Geçen gün yaptığımız kanser testinin sonuçları geldi. İstersen ofisime uğra da bir konuşalım.” Film, elinde telefonla dona kalan adamın görüntüsüyle biter.

Hükümet ve cemaat onları da yok etme planları yapa dursun; televizyon dizilerinin altın çağını yaşıyoruz. Gün gelecek, içinde bulunduğumuz dönemde bir haftada üretilen dizilere bakıp şaşıracağız. “Demek bir zamanlar bu ülkede bu kadar çok yetenekli senarist, yönetmen ve oyuncu varmış” diyeceğiz. Belki gözlerimiz yaşaracak.

Yalan Dünya dizisinin dördüncü bölümünü izlediğimde aklım durdu. Topu topu bir haftada bu kadar uzun, bu kadar seri, bu kadar kaliteli bir film nasıl üretilebilir? Üstelik dram değil komedi ve üstelik neredeyse yirmi tane ayrı ve çok başarılı karaktere sahip. Milyonların izlediği bazı komedi filmlerinde olan toplam espriyi, Yalan Dünya bir bölümde ve iki reklam arasında veriyor. Bu dizi hangi arada yazılıyor, ne zaman çekiliyor? Cekedimi ilikleyip, ayakta alkışlamaktan başka ne yapabilirim?

Yalan Dünya’ya hayranlığımın esas nedeni sahip olduğu bakış açısı. Dizide berbat insanlar: Mirasyediler, menfaatçiler, egoistler, ezikler; Nil Karaibrahimgil’in dizi kadar etkileyici şarkısında söylediği gibi “ne sahtekarlar” var. Yalan Dünya’nın bu insanların yaptığı kötülükleri aklama, onları evcilleştirme gibi bir derdi hiç yok. Aksine gözümüze sokuyor her şeyi. Tiyatro, sinema ve dizi endüstrisinin kirli ve çarpık ilişkileri; otopark inşaatı için oğullarını pazarlayan ailenin aynı oranda kirli ve çarpık ilişkileriyle bir balkonda buluşuyor. Entrika, küçük hesap, büyük hesap, taciz, kafakol gırla gidiyor.

Ama her nasılsa, tüm bunlar, hamurunu ancak bir dahinin tutturabileceği şekilde esirgeyen ve bağışlayan bir “tanrı göz”le aktarılıyor. Bir an geliyor çamaşır suyu koklayan teyzeye, şarkıcı dilbere aşık içgüveysine, senaryo yazarak zombilikten terfi etmek isteyen oyuncuya, müstakbel eşine gitmemek için arabasını çarpan hımbıl oğlana hatta zampara jöne bile yakınlık duyuyorsunuz. Sevdiğiniz veya onayladığınız için değil; insan oldukları için, tıpkı bizler gibi.

Kurtlar Vadisi’nin milli örf ve adetlerimize sahip başrol oyuncusunun 10 yıl önceki halini anımsayan kişilerdenim. Diziyle birlikte hızla yükselen ve Fetullah Gülen misali soyadıyla zıtlaşan bu “karakter”i birkaç yıl önce gördüğümde inanamamıştım: Canlandırdığı şey haline gelmişti.

Kurtlar Vadisi’ni The Sopranos ile karşılaştırırdık. “Acaba” derdik “James Gandolfini de oynadığı karakterle özdeşleşmiş midir? Acaba David Chase de derinlerde takılıp Beyaz Saray entrikalarına dalıyor mudur?” Yanıtı malum sorular.

Türkiye’de “anlattığı şey”in üstüne çıkan diziler yapıldı: “Hırsız Polis” ve “İkinci Bahar” örneğin ve şimdilerde “Behzat C.” ve “Leyla ile Mecnun” elbette.

Birçok diziyi izlerken senaristlerin anlattıkları hikayeye aynı düzeyden baktıklarını görürüm. Genellikle güvenli sularda yüzerler. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta anlattığı gibi: Sahte karakterler zamanla öylesine gerçek olmuştur ve filmlerden hayata o kadar yansımıştır ki; artık onları gerçek, gerçekleri sahte sanırız.

Diziler usturanın ağzında fabrikalar gibidir. Baskı altında bir haftada üretilen upuzun diziler, iyi niyetli bile olsalar klişelerin dışına çıkamazlar. Bilgisayarın tuşlarına vuran senarist, sadece kendi kariyerinin değil, yüzlerce kişinin sorumluluğunu da taşır. Bu nedenle aldatılan kadının, hain tecavüzcünün, üzgün babanın bir rolü vardır ve dizinin hatta oyuncunun adı ne olursa olsun, gördüğümüz hep aynı roldür. Oyuncu bu karakteri “doğru” biçimde oynarsa “rolünü başardı” diye tebrik edilir. Oysa Mayakovsky için yenilgi anıdır o an.

Hayat görmek istediğimizden çok daha karmaşık. Gerçek hayattaki karakterler çoğu zaman ezberin dışında oynarlar. Gelenekler, baskılar, ekonomik durum, fiziksel özelliklerimiz, çocukluk travmalarımız bizi hiç beklenmedik anda, beklenmedik bir rolle karşı karşıya bırakır. Şubat ayında açan ağaçlar gibi sık sık faka basarız, sık sık hata yaparız, sık sık bizden beklenmeyen davranışlar içinde oluruz. Dalgalar bizi bir yerlere götürür ve biz bu gerçeği ısrarla görmezden geliriz. Kapitalizm parsayı işte bu körleşmeden toplar.

Gerçek dünya karmaşık ve anlatması zor bir yerdir. Pavlovcu bir tedrisatla bunu göremeyiz. İnsanları ve olguları tahrifli tanımlara sıkıştırmaya kalkmak yanıltıcıdır. Kalıplar hayatı yalanlaştırır. Zamanla her kavrama karşı bir sözünüz oluşur. Adınız şabloncuya çıktıktan sonra soyadınız “Şaşmaz” da olsa şaşabilir, “ciddi bir adam” da sayılsanız fani hayat karşısında komik duruma düşebilirsiniz. Ama merak etmeyin, sizin de bir reytinginiz vardır. Hatta devir sizin devrinizdir.

Günümüzde bildiğini okumak kolay ve kazançlıdır, tıpkı bela okumak gibi. Yine de ben, soranlara zor olanı; kitap okumayı öneririm.

Gülse Birsel “Tüm zavallılıkları ve yücelikleri ile gerçek dünyayı anlatan bir komedi dizisi yaratacağım” demiş ve bu dizinin adını “Yalan Dünya” koymuş, zor olanı seçmiş. Kolay yolu isteseydi her bölümde dalga geçtiği ajitasyon ve tribün dizilerinden birini yapar daha az yorulur, daha çok kazanırdı. Ne demeli? Allah zihin açıklığı versin, demini daim kılsın.

Eksiksiz (sahiden eksiksiz) tüm sanatçıları ve tüm emekçileriyle Yalan Dünya ekibine şükranlarımı sunuyorum.
ATEŞ İLYAS BAŞSOY / birgun.net

19 Şubat 2012 Pazar

Lütfen Beni Öldürmeyin

Lütfen beni öldürmeyin 
Merhaba, ben Kara Yılan. Bilimsel adım "Dolichophis jugularis." Türkiye’nin en kocaman yılanlarından biriyim. Siyah renkliyim ve üç metreye kadar uzayabilirim. Ülkenin güneyinde ve güneybatısında, bağ ve bahçelik yerlerde yaşar, kemirgen, kertenkele ve küçük yılanlarla beslenirim. Nüfus kontrol memuru gibiyim, ekolojik dengeyi korumaktır işim. Bakmayın boyuma, zehirsizim. İnsanlardan kaçarım. Çiftçi dostuyum. Lütfen beni öldürmeyin. Oluklu kertenkeleyi, Su yılanlarını, Toros kurbağasını, Engerekleri, Lekeli semenderi, Dikenli keleri, Türk kelerini de öldürmeyin.

Ülkemizin en az tanınan ve sevilen yaratıkları adına bu çağrıyı yapan Türkiye Kurbağa ve Sürüngenleri Gözlemciliği ve Fotoğrafçılığı Topluluğu’dur. www.turkherptil.org Topluluk, sürüngenlere karşı olan önyargıyı değiştirmek, görüldüğü yerde kafası ezilen bu yaratıkları sevdirmek için bir dizi afiş hazırladı. Kara yılanın yakarışını bu afişlerin birinden aldım. Bahçemde karayılanlar yaşar. Büyülü siyah parlaklığına, narinliğine, sessiz kıvrılışlarla kaçışlarına hayran olduğum bu yaratığa karşı özel bir sevgim var. Yeryüzünde hiçbir yaratığın namı yılanlar kadar kötü değildir. Yılan görünce ürpermeyen insan yok gibidir. “İstisnasız, bütün toplumlarda zehirli olmasından dolayı bütün yılanlara katliam uygulanır,” diyor grup üyelerinden Filiz Kemal.

Aslında yılanların çok azı zehirlidir. Ve hiçbiri, insan tarafından aşırı biçimde tehdit edilmeden, saldırmaz. İnsanın ayak seslerini, yerdeki titreşimlerden algılar ve gizlenir. Filiz Kemal’in anlattığına göre Türkiye’de yaşayan 47 yılan türü içinde sadece engerekler “ciddi derecede” zehirlidir.

Onlara da rastlamak çok zordur. Genellikle dağlık alanların ağaçsız, taşlık kısımlarında yaşarlar ve gece avlanırlar. Gündüzleri kovuklarda, taş altlarında gizlenirler. Türkiye’de üç tane de yarı zehirli yılan var. Bunlar, çukur başlı yılan ve iki tür kedigözlü yılandır. Bunların zehir dişleri, üst çenenin en gerisindedir. Ağızlarına aldıkları kertenkele, kuş gibi canlı avları zehirlemeye yarar. İnsanı ısırsalar bile bu dişlere ulaşmaz.

“Bunların dışında kalan 35 tür tamamen zehirsizdir,” diyor Filiz Kemal. “Gündüz bahçelerde, kırlarda gördüğümüz uzun boylu, hızlı hareket eden yılanların insana hiçbir zararı yoktur. Darda kaldıklarında bunlar da ısırmaya çalışır. Isırsalar bile bu kedi tırmalamasından çok farklı değildir.”

Yılanlar tarım ürünlerine zarar veren çekirge, fare gibi canlıları yiyerek onların aşırı çoğalmasını önlerler. Tonlarca tarım ilacının yapamadığı işi, ücretsiz hallederler. En azından bu nedenle korunmaları lazım. Turkherptil.org’un kampanyasını hükümet sahiplenmelidir. Eğitim Bakanlığı sürüngenleri çocuklara sevdirmek, Çevre Bakanlığı onları korumak için, Tarım bakanlığı çiftçilere yararlarını anlatmak için programlar hazırlamalıdır.

Bu arada, kırda, bayırda bir yılan görürseniz öldürmeyin. Siz kendi yolunuza gidin, bırakın onlar da kendi yollarına gitsinler. milliyet.com.tr/Metin Münir

13 Şubat 2012 Pazartesi

Mit Soruşturmasında Hedef Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dır

Kampanyanın hedefi Erdoğan'dır!
Başbakan Erdoğan'ın "özel temsilcisi" sıfatıyla masaya oturan Hakan Fidan'ın "aranan" PKK'lılarla yaptığı görüşmenin ses kayıtları internete düştüğünde herkes ''Bunu kim yaptı?" diye sormuştu.

O dönem katıldığım televizyon programlarında ve Gerçek Gündem'deki köşemde, "Bu görüşmenin yapılması yanlıştır. Devlet bu tür görüşmeler yapamaz" demiştim. Ardından da eklemiştim: "Bu tür görüşmeler, dünyanın her yerinde sivil toplum örgütleri ya da Akil Adamlar aracılığıyla yapılır. Terör örgütü önce silah bırakır, ardından müzakere başlar. Devlet, örgütü muhatap alıp masaya oturmaz, aracılar vasıtasıyla sorunu çözer."

Biz bunları TV'lerde söylediğimizde, içinde CHP kurmaylarının da olduğu önemli bir kesim, AKP'nin dümen suyuna girdiğinin farkında dahi olmadan konuşuyor ve yanlışta ısrar ediyordu. AKP'ciler, "Bu görüşmeler normal" derken, CHP ise, meselenin özünü kavramaktan uzak bir yaklaşım sergiliyordu. CHP'nin itirazı, görüşmenin "halktan saklanması"naydı. Oysa ki; itiraz edilmesi gereken, görüşmenin devlet yetkilileri tarafından yapılması olmalıydı. CHP, birkaç kez uyarmamıza rağmen yanlışta ısrar etti. Onlara bu konuda Emin Gürses'in IRA ile ile yapılan görüşmeleri anlatan kitabını önermemin de faydası olmadı. Bildiklerini okudular ve AKP'nin yanlışlarının aklayıcısı oldular.

CHP eğer o gün bizim söylediklerimize kulak verse, bugün "politikasız" kalmazdı. Ortalık yangın yerine dönmüşken, CHP'nin konuya ilişkin tek bir söz bile edememesi ve topluma bir perspektif sunamaması bu yüzdendir. CHP meseleyi daha baştan itibaren yanlış kavradığı için, bugün söyleyecek bir söz bulamıyor. Yaşananlar karşısında açımlayıcı bir perspektif koyamıyor. CHP lideri, "Başbakan çıksın açıklama yapsın" gibi hiçbir anlam ifade etmeyen sözler söylüyor. Dün görüşmeleri meşru gören CHP, bugün ise MİT'çileri kurtarmaya yönelik yasa çıkarma faaliyetine itiraz ediyor. "Kişiye özel yasa olmaz" diyen CHP, yine çelişki içine düşüyor. O halde sormazlar mı: Siz daha dün bu görüşmelere itiraz etmiyorken, bugün MİT'çilerin yargılanmasını hangi mantıkla istiyorsunuz?

CHP'yi geçelim...
Politikasızlık, çelişki ve dün dediğini bugün unutma, CHP'nin artık "milli spor"u haline geldi... CHP kurmaylığı tel tel dökülüyor... Kılıçdaroğlu, ekseni olmadığı için, liberaller yazarlar gibi bir o yana bir bu yana savruluyor...

Liberal yazarlar demişken; onları da es geçmeyelim... Birkaç gündür yakından izlediğim sözde liberal yazarların hali de perişan... ''Ne şiş yansın, ne kebap" anlayışıyla hareket eden yazarlar, Hakan Fidan'ın gözaltına alınmasına dek uzayabilecek olan süreci anlatıyor gibi yapıyor ama aslında hiçbir şey söylemiyorlar.

Oysa; ''çocuğun adını koymak" gerek... Yazarlık, gazetecilik, yorumculuk bunu gerektirir. Liberal tosuncuklar, bugüne dek meselenin gerçek yanını anlatmaktan çok, işin içinde yine "Ergenekon" parmağı arıyor, halkı kandırmaya çalışıyor... Halbuki; Aralık ayının başından beri söylüyoruz. Olan biten, AKP ile Cemaat'in kapışmasıdır. Liberal yazarlar, her iki taraftan da nemalandığı için gerçeği halka anlatamıyor. Bol sıfırlı maaşları kaybetmemek için herkesi idare etmeye çalışıyor ve gerçeğe ihanet ediyorlar...

O halde iş yine başa düşüyor....

Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılma süreci, AKP ile Fethullah Gülen Cemaati'nin arasında uzun zamandır esen soğuk rüzgarların sertleşmesinin sonucudur.

Bu köşeyi okuyanlar hatırlayacaklardır; Aralık ayının ilk günlerinde, henüz ortada buna ilişkin bir gündem dahi yokken, Tayyip Erdoğan'ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Çankaya'ya ikinci kez çıkmasına müsaade etmeyeceğini yazmıştık. Erdoğan'ın Çankaya'ya kendisinin çıkmak istediğini, Köşk'e çıkarken yerine ise Ömer Dinçer'i getireceğini iddia etmiştik. Yine o yazılarda, Erdoğan'ın kafasında Abdullah Gül ve Bülent Arınç'a ilişkin bir gelecek tasavvuru olmadığını kayıt altına almıştık. Gülen Cemaati'nin sınırsız desteğini alan Gül'ün siyaseten tasfiye edilmek istendiğini, bunun ise Gülencileri kızdırdığını yazmıştık.

Erdoğan'ın aynı operasyon çerçevesinde, hükümet ve devlet içindeki bürokratları tasfiye etmeye başladığını da gündeme getirmiştik.

Hatrlarsanız, o günlerde ''Şike'' tartışmaları da yoğun bir şekilde gündeme geldi. Gülenciler, AKP içindeki mensuplarını harekete geçirdi ve "Şike Yasası'na Direniş"i örgütledi. Erdoğan hasta yatağındayken ortaya çıkan bu gelişmeyi püskürtmeyi başardı.

Gülenciler, bu hamleye Uludere Katliamı sonrası karşılık verdi. Cemaate yakın isimler, Uludere Katliamı'nda MİT'i hedef gösterdi. MİT, tarihinde belki de ilk kez bu denli eleştiri bombardımanına tutuldu. Erdoğan, bu eleştirelerin kendisine yönelik yapıldığını bildiği için sahneye bir kez daha çıktı ve MİT'i hedef alanlara ağır sözler etti. Erdoğan, Fidan'ın ses kayıtları çıktığında da "Fidan'ı harcamam" diyerek, kampanya yürütenlere karşı mesaj vermişti. O ses kayıtlarının, MOSSAD'ın da içinde olduğu bir organizasyon tarafından sızdırıldığı bugün neredeyse kesinlik kazandı.

Bir önceki yazımızda "Devlet Krizi" olarak tanımladığımız tablo giderek netleşiyor. Gülen Hareketi'nin tam desteğini alan Abdullah Gül'ün bir daha Çankaya'ya çıkamayacak olmasını hazmedemeyen çevreler, Erdoğan'ı hedef tahtasına oturtuyor. Bu bağlamda, son günlerde hedef olan kişi, Fidan değil, Recep Tayyip Erdoğan'dır. Fethullah Gülen, Erdoğan'ı defterden sildiğini, "Yeni bir gömlek giyeceğiz ve yeniden yola çıkacağız" diyerek ortaya koymuştu.

Gülen Cemaati/Hareketi, Erdoğan'la yollarını ayırmıştır. Erdoğan'ın "İsrail ile göstermelik kavgası" dahi cemaati rahatsız etmektedir. Gülen, İran yanlılarının organizasyonu Mavi Marmara Gemisi'nde İsrail'in yaptığı katliam sonrası, "Otoriteye karşı çıkmamak gerekir" demişti. Bu söz, Zaman Gazetesi tarafından "Yanlış anlaşıldı" diyerek ört bas edilmeye çalışılsa da Gülen'in yorumu gayet nettir. Gülen, bölgede İsrail ile çatışmaya girenleri eleştirmiştir.

Keza, Gülen Cemaati'ne yakın yayın organlarında son dönemlerde İran'ı hedef gösteren haberlerin artması da ilginçtir. "İran'dan casus hemşireler geliyor" haberleri cemaatin yayınlarında sık sık yer alıyor. Cemaat, İran - Suriye arasındaki Şii dayanışmasından da rahatsızdır. Bilindiği üzere, ABD - İsrail de Suriye ile İran arasındaki bağı koparıp o koridoru boşaltmak istemektedir. Böylece, Ilımlı ve Uyumlu İslam projesi rahatlıkla hayata geçirilebilecektir.

Erdoğan'ın, İran'a yönelik bir operasyona sıcak bakmadığı biliniyor. MİT ve TSK'nın hem İran, hem de Suriye'ye yönelik bir operasyonda yer almama yönünde raporlar hazırladığı da kamuoyuna yansımıştı. MOSSAD'ın daha ilk günden itibaren, MİT'çi Fidan'ın ''İran yanlısı'' olduğuna yönelik haberleri basına sızdırması, bugünlerde yaşanması muhtemel operasyonların işaretiydi.

Cemaat ile AKP arasındaki bir diğer anlaşmazlık da; kuşkusuz Kürt sorununa yönelik çözüm girişimleri... Cemaat, KCK'nın operasyonlarla yokedilmesini istiyor ve ortaya çıkacak siyasi boşluğu kendisinin doldurmasını hesaplıyor. AKP ise, ''açılım'' adı altında ''PKK'yı ehlileştirmeyi'' savunuyor. İki grup bu konuda da ters düşüyor. KCK operasyonları EMNİYET eliyle hızlandıkça, PKK'nın yayın organları Gülen Cemaati'ni suçluyor.

AKP ile Cemaat arasındaki gerilimin sebeplerinden biri de kuşkusuz Erdoğan'ın Ortadoğu'daki popülaritesi... Gülen Cemaati, Erdoğan'ın Ortadoğu'da öne çıkması ve kendilerini gölgelemesinden rahatsız... Cemaat, hem iç hem dış siyasette daha görünür ve etkin olmak istiyor. Erdoğan'ın karizması ve popülaritesi buna izin vermiyor. Cemaat geri plana düşüyor.

Cemaatin MİT içindeki etkinliğini artırmak istediği de bir sır değil... Cemaate yakın isimler, son dönemlerde "MİT'te de bir dönüşüm olmalı" diyor ve MİT'i "derin yapı" olarak tanımlıyor. "Dinleme yetkileri"nin Emniyet'ten alınıp sessiz sedasız bir şekilde MİT'e devredilmesi de cemaati rahatsız ediyor. Başbakanlık'a bağlı olan MİT, bu yüzden de hedef oluyor.

Kısacası, Başbakan Erdoğan, bir dönem koalisyon yaptığı ve ittifak kurduğu Gülen Cemaati'yle şimdi karşı karşıya... "Ergenekon''a karşı kurdurulan Özel Yetkili Mahkemeler, neredeyse Başbakan'ı bile sorguya çağıracak hale geldi. Erdoğan, düne kadar iktidarını paylaşmakta sakınca görmediği cemaatin, şimdi etkisini artırması ve siyasetin dominant gücü olmasından rahatsız... Ergenekoncu olarak adlandırılan kişi ve kurumların tasfiye edilmesinden memnun olan Erdoğan, şimdi ise, kendi eliyle yarattığı canavarı yok etmeye çalışıyor.

Adına liberal denilen zavallılar, olan biteni anlatmak yerine "Ben tarafsızım" demeyi tercih ediyor. Bir kısmı ise, Cemaat ile AKP'yi barıştırmak için bin dereden su getiriyor, komik duruma düşüyor.

Yaşananın adı iktidar kavgasıdır. Cemaat iktidarın hepsini istiyor. "Seni darbelerden biz kurtardık, bizi yok sayamazsın" diyor. Aynı cemaat, "Bir an önce yeni bir anayasa yap ve bizi de güvence altına al" talebini yüksek sesle dillendiriyor. AKP ise "iktidarı vermemek''te ve "yeni anayasa yapmamak"ta direniyor. Erdoğan, yaşananların kendisini tasfiye etmeye yönelik olduğunu gördüğü için elindeki tüm gücü kullanmayı düşünüyor. "Devlet"i elinde tutan Erdoğan, bu süreçten güçlenerek çıkar, ancak uzun vadede yine sıkıntıya girer. Çünkü; Erdoğan'ın kayıtsız - şartsız bir şekilde kendisine biat etmiş bir tabanı yok. Cemaat ise yaygın ilişki ağı ve ekonomik gücüyle kendisini var ediyor. Tabii burada en önemli yan, ABD ve İsrail'in "son tahlilde" kimden yana tavır koyacağı.

Abdullah Gül'ün yeni bir parti kurma çalışması içine girmesi, buna ilişkin görüşmeler yapmaya başlaması, siyasetteki kartların yeniden dağıtılacağını gösteriyor. İngilizlere yakınlığıyla bilinen Gül'ün aktif siyasete girecek olması, cemaatin elini güçlendiriyor. Erdoğan'ın alternatifini yaratma süreci hızlanırken, PKK ve Kürt Sorunu'nun diğer tüm partiler gibi AKP'yi çürüttüğü de görülüyor.

PKK, dokunanı yakan bir örgüt olma özelliğini koruyor... .Kaynak: gercekgundem.com/ Barış Yarkadaş

7 Şubat 2012 Salı

İnançsızlığını Dayatan Başkalarına Zarar Veren Savaş İlan Eden Aydınları Öldüren Ateist Gördünüz Mü


Ateistin altın kuralı ve iyi kalpli gençler

Enine tartışıldı da, boyuna eksik kaldı.
“Hani laik ülkeydik, çocuklarımızın dindar olup olmayacağına devlet karar veremez” dendi.
“Kemalist zihniyetin yarattığı tornayı değiştirip, yeni nesilleri şimdi de oradan mı geçireceğiz” diye eleştirildi.
“Dindar kimdir, neye denir” şeklinde irdelendi.
“İsteseniz de artık bu devirde tek tornadan çıkmış gençlik yaratamazsınız” diye uyarılar yapıldı.
Ama…

Bugüne kadar inançsızlığını dayatmak için başkalarına zarar veren, katliam yapan, savaş ilan eden, aydınları öldüren ateist gördünüz mü de, ateizmi dünyanın en kötü ihtimali olarak sunuyorsunuz?
Başbakan’ın “Biz muhafazakar demokrat bir parti olarak dindar bir gençlik yetiştireceğiz. Ateist yetiştirecek değiliz” sözündeki ikinci derecede vahim noktaya ilişen olmadı.
Halbuki Başbakan’ın bu önermesinin, ikinci bölümü olan “Ateist yetiştirecek değiliz” ciddi bir ayrımcılık içeriyordu. Ateist olma hali, olabilecek en fena şey gibi, aşağılama gibi, aklınıza gelebilecek her tür pejoratif manayı barındıran bir kelime gibi askıda duruyordu.

**

Öldürülen Turan Dursun’un hiç hatırlanmadığı, sürgünde yaşamak zorunda kalan ateist aydınlarımızdan İlhan Arsel’in ölümünün sadece bir gazetede 2 santimetrekarelik haber olduğu, ateistlerin canları ve malları pahasına kendilerini gizlemek zorunda kaldığı bir ülkede, ateizme sövmek için herkesin sosyal bir ehliyeti oluyor tabii.
“Ne hakla” da diyemiyorsunuz… Ne de olsa yüzde 99’a karşı, paydası büyük, payı küçücük bir kesirsiniz…
ABD’de, iki yıl öncei ateist olan bir mahkum, hapishanede bir etüt grubu kurmak isteyince izin verilmemişti. Bunun üstüne, Amerikan anayasa mahkemesi şöyle dedi: “İnançsızlık da bir inançtır ve Anayasa’nın birinci maddesi olan ifade özgürlüğüne binayen, ateizm de bir din gibi muamele görmeli, ibadet etmek isteyen herkese gösterilen saygı, ateistlere de gösterilmelidir.”
Ateizm elbette bir din değildir. İnançsızlık da inanç değildir.
Ve fakat inançsızlığın bir hak olarak zerre miskal anlaşılmadığı bir hapishanede, ya da hapishane benzeri özellikler gösteren ülkelerde ateistler, “Benim inançsızlığıma inanç muamelesi yapacak, saygı göstereceksin” diye talepte bulunabilirler. Ki bence “dolaptan çıkıp” böyle de yapılmalıdır.

**

Ayrıca… Beyhude bir nefes tüketmek adına şunları da söylemeden edemeyeceğim:
Niye dindar gençlik yetiştiriyorsunuz? Bir insanın Allah korkusu olmadan iyi ve ahlaklı olamayacağını düşünmek, insanın doğasını –en hafif deyimiyle- küçümsemektir.
Sadece Allah’tan, kitaptan korktuğu için düz duran bir insan, -en amiyane deyimiyle- yamuktur.
İyi kalpli insanlar veya ahlaklı bir nesil yetiştirmek için aslında öğretilecek tek bir ayet, kural, cümle, (adına ne derseniz deyin) vardır. O da Altın Kural: Kendine yapılmasını istemediğin şeyi kimseye yapma!
Ve tabii… Madem 9 yaşında çocuk seviyesinde tartışıyoruz meseleyi… Öyleyse o minvalde ben de şu soruyla sonlandırayım mevzuyu: Bugüne kadar inançsızlığını dayatmak için başkalarına zarar veren, katliam yapan, savaş ilan eden, aydınları öldüren ateist gördünüz mü de, ateizmi dünyanın en kötü ihtimali olarak sunuyorsunuz?
İnançsızlığı hangi mantıkla tinercilikle nasıl bir tutuyorsunuz?
Madem konuyu açtınız, bunları da konuşacağız. Ezgi Başaran

6 Şubat 2012 Pazartesi

Başbakan Erdoğan Karl Marks'ı Okudu Mu /Prof. Dr. İzzettin Önder

BAŞBAKAN ERDOĞAN KARL MARKS'I OKUDU MU
Bir siyasetçi neden halkının dini ile ilgili olur ve neden aynı dinden olmasını arzular ki? Bu kritik sorunun yanıtını düşünerek, halkını “dindar” yapma çabası içindeki siyasilerin ne amaç güttüğünü, halklara “Allah rızası için”(!) din yolunu açmaya çalıştığını iddia eden gönüllü(!) gafillerin ise ne şekilde siyasetçinin amacına girdiğini rahatlıkla görürüz.

Dünya bir barut fıçısına dönme arifesinde iken Türkiye’nin laiklikten uzaklaştırılarak dinsel bir atmosfere çekilmesi, eğer egemen emperyalist güçlerin olağanüstü beceri ve başarısı değilse, iç siyasetin yönetsel basiretsizliğini perdeleme aracı olduğu kadar, iç ve dış siyaset açısından da gelecek dönemlere ait ciddi ve vahim öngörüsüzlüğüdür! Bir yandan geçmişte Ortaçağ karanlığının hafızalardan silinmemiş izleri duruyorken, diğer yandan da günümüzün dindar uygulamalarının taze görüntüleri yaşanıyorken, böylesi bir yola heveslenmek hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından fevkalade riskli bir açılım gibi görülmelidir.

Laiklik, her şeyden önce, bireyin dindarlık anlayışını kurcalamadığı ve herkesi inanç alanında serbest bıraktığı için, bu alanda toplumsal farklılaşma ve çatışmaları önlediğinden dolayı siyasilerin ilgi alanı odağında olması bir yana, toplumsal sükûn için siyasilerin özellikle koruması gereken bir kuraldır. Bunun tersi ise, bazı ülkelerde görüldüğü gibi, böyle bir serbestîye izin vermez, toplumsal farklılıkları baskılar ve anti-demokratik yönetim biçimini din adına meşrulaştırmaya çalışarak itaate hazır kitleler yaratır. Öylesine itaate hazır kitleler istenmektedir ki, liderin ya da imamın ağzından çıkacak her komutu hikmet olarak algılayarak, tereddütsüz ve sorgulamadan uyulması gereken kural olarak kabul etsin ve bu kuralla amel etsin! Böylesine diktatöryel ve faşizan düşünüş ve yaşam biçimine yöneliş, yönelirken olduğu kadar, sistemin oturtulduğu düşünülen aşamada da ciddi toplumsal çatışmalara gebedir. Fransa’da son yasayı Anayasa Konseyi'ne götürmeye hazırlanan parlamenterler arasında bizzat Sarkozy’nin partisi mensuplarının da bulunduğunu basından öğrenince şöyle bir düşündüm, bizde hangi parti grubunda başkanın bir önerisine herhangi bir parlamenter ya da parti mensubu karşı çıksın! Haddine mi! İleri demokrasi söylemini dilimize dolamanın nedeni böylece anlaşılıyor; bireyler yapamadıklarını, özellikle de yapmak istemediklerini dillerine düşürerek halkları kandırırlar!
Türkiye’nin çevresinin ve ilişkisini giderek geliştirdiği Ortadoğu ülkelerinin önemli bir bölümü farklı çizgi ve mezheplerde olarak İslâm dünyası içindedir. Başka bir dizi bilimsel neden dışında, salt bu ülkelerin içinde ve kendi aralarındaki çatışmalarda tarafsız kalabilmek ve “sıfır sorunlu dış politika”yı(!) sürdürebilmek adına dahi Türkiye’de laiklik ilkesinin titizlikle korunması kaçınılmazdır.

Bu sorunu analiz edebilmek adına, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin bir yandan radikal İslâm’a karşı derin korku yaşarken, diğer yandan da dünyada dinler arasında diyalog söylem ve projelerinin bir arada ele alınması bağlamında siyasilerin kulağına nasıl bir kar suyu kaçmış olduğunun çözümlenmesi ilginç olabilir.

Kapitalizm içine girdiği derin krizden çıkabilmek için teknolojik atılımını güçlendirirken de, sömürü ağını genişletip derinleştirerek yoksulluğu yaygınlaştırmaya çalışarak de ek yaşam süresini uzatırken, aynı zamanda da hasım kütlesini yaygınlaştırmaktadır. Bu durumun üzerine savaş vb gibi politik şiddetle gidilebileceği gibi, sorunun daha suhuletle çözümü kitleleri pasifsize etmekle de bir dereceye kadar sağlanabilir. 

Marks dini “afyon” olarak nitelerken, halkların kutsal duygularının uyuşturularak sömürüyü anlayamaz hale getirilmesini kastetmiştir. Böyle bir yorum ise din olgusuna değil, din ticaretini ve gericiliği odağa koyarak, halkların sömürülmesinin engellenmesine yöneliktir. Türkiye’de ekonomi istenen ve söylenen düzeyde seyretmediği gibi, ne işsizliğin, ne de enflasyonun önü alınabilmektedir. Bunun da ötesinde, her geçen yıl daha yüksek boyutlara ulaşan cari açığın finansmanı için dış dünyaya ciddi kaynak aktarılmaktadır. Bu durumda halkın dikkatlerinin bir tarafa kanalize edilmesi gerektiği gibi, halkın bilincinin de köreltilmesi hem iç siyaset hem de Türkiye üzerinde sömürü ağı kurmuş olan emperyalistler açısından kaçınılmazdır. Türkiye dış dünyaya kanarken, halkların dincilikle uyutulması yanında, “dindar nesil” tartışmaları ya da Atatürk diktatör mü değil mi veya Atatürk’ün gençliğe hitabesini kaldıralım mı kaldırmayalım mı gibi abes ve günümüzde hiçbir işe yaramayan, fakat kafa bulandırmakta ve dikkatlerimizi esir alarak enerjimizin heba edilmesinde fevkalade güçlü psikolojik patikalar halkların önüne koyulmaktadır. Belki de tüm bu psikolojik savaş, belirli merkezlerden verilen paket programların tedricen açılmasından başka bir şey değildir.

Siyasilerin dindar nesil yetiştirme söylemini, ekonomik hamlelerin başarısız kaldığının ve bu yoldaki aczin bir ifadesi olarak da okumak gerekir. Şöyle ki, eğer bugün fert başına gelirin birkaç onbin dolar düzeyine ulaşmış ileri toplumlarda dindar nesil yetiştirme endişesi, hatta düşüncesi yoksa, bu durum o toplumların dinsiz olduğu veya öyle olmak istediklerini değil, ama artık bu konunun bireysel bir mesele olduğu kemaline ermiş olduklarının göstergesidir. Bu toplumlarda siyasilerin işlevi toplumun yaşam düzeyini korumak, hatta yükseltmek olarak görülmektedir. Türkiye’yi “demokratikleştirmeye” soyunmuş bu emperyalistler ise kendi refahını bizim üzerimizden korumaya çalışırken bize dincilik paketleri sunmakta ve dinler arası diyalog projeleri geliştirmekteler! İleri toplumlar bizim gibi çevresel toplumlardan neler sağladıklarını çok iyi bildiklerinden, kutsal alanlarımız da dahil olarak tüm alanlarda bizleri tam da içlerine almadan, yanlarında ve gözetimlerinde tutmaya çalışmaktalar. G-7’ler topluluğunu, bizleri de yanlarına alarak, G–20 durumuna getirmelerini, her halde işbirliği ya da dayanışma olarak değil, psikolojik benimsetme ortamında yakın markaja almak olarak görmek daha isabetli olur. Aynı markajı kutsal alanda da uygulayıp dinler diyalogu ortamı yaratarak, acaba neden bizi bu kulvarda sürüklüyorlar ki! 
Prof. Dr. İzzettin Önder