2 Mart 2012 Cuma

Nuray Mert'le 28 Şubat Röportajı

Nuray Mert: Kabustu, gerçek oldu 
Evrensel gazetesinden Fatih Polat, Milliyet’in yazılarına son verdiği Nuray Mert ile 28 Şubat’ı konuştu.

28 Şubat süreci neydi? 28 Şubat sürecinin Deniz Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Güven Erkaya, “Bu defa Silahsız Kuvvetler halletsin” diyerek medyanın o müdahaledeki rolüne işaret etmişti. Bugün 28 Şubat’ı eleştiren çok köşe yazarı var. Medyanın o dönemki tavrı açısından neler söylenebilir?
28 Şubat postmodern darbesini, sadece askerlerin sivil siyaset üzerindeki vesayeti ile açıklamak doğru olmaz, hatta yanıltıcı olur. 28 Şubat, 80 sonrası genel siyasi tabloya ilişkin diğer etkenleri bir yana bırakırsak, öncelikle, İslamcı hareketin yükselmesine karşı, laiklik adına hareket eden tüm çevrelerin, askeri desteği arkasına alarak, son ‘sindirme’ girişimiydi. Şimdilerde, meseleyi sadece ‘askeri vesayet’ ile açıklama tavrı, son derece iki yüzlü bir ‘temize çıkma’ çabasının ürünüdür. Şöyle ki, tüm sorumluluk tasfiye olmuş bir güç olan askerlere yüklenerek, laik otoriterlikten yana tavır gösteren çevreler, işin içinden sıyrılmayı başarıyorlar. Sadece köşe yazarları değil, büyük patronlar, bazı siyasetçiler, ‘bizi korkuttular’ gibi özrü kabahatinden büyük bir bahaneye sığınmayı yeni döneme ayak uydurmanın yolu olarak pazarlamaya giriştiler. Bu durum, yeni sadakat ilişkileri kurmak adına mevcut iktidarın da işine geliyor. Oysa, öncelikle basın dünyasından söz ediyorsak, durum ‘korkma’ meselesi değil, tam bir ‘gönül birliği’ idi. O manşetler, korkudan atılmadı, o yorumlar korkudan yapılmadı; İslamcılığa ve hatta muhafazakarlığa, dindarlığa karşı tavrın açık ifadesi idi. Bu kesim, muhafazakar kesimi anlamaya katiyen yanaşmadı, ne yazık ki, güç onlara geçince şimdi biat ediyorlar, ben hâlâ samimi bir yüzleşmenin gerçekleşmediğini ve bu gidişle gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum.

Siz 28 Şubat döneminde generallerin siyasete müdahalelerini de, bugünkü siyasal iktidarın uygulamalarını da eleştiren isimlerden birisiniz. Türkiye’de aydınların asker ya da sivil iktidar karşısındaki duruşu nasıl değerlendirilebilir?
Başladığımız yerden devam edelim isterseniz. Muhafazakar kesimin dışında kalan aydınların, asker-sivil iktidarlar karşısındaki duruşu, iktidarda olanın kim olduğuna göre değişiyor, bu bir vaka. Ama, 28 Şubat’ta mesele sadece gücün kimin elinde olduğu değildi. Laik kesimdeki siviller, muhafazakarların özgürlük talepleri konusunda askerlerden farklı düşünmüyordu. En özgürlükçü isimler, başörtüsü yasağının kalkması gibi en temel hak ve özgürlük talepleri karşısında, ‘kamu alanı’, ‘hizmet alan/veren’ tartışmalarına dalıyordu. Bu kesimde sadece Kemalistler açık, diğerleri örtük tavır takındı, ama tavırları özgürlükçü değildi. En demokratlar bile başörtülü kadınlar ile tenezzülen konuşuyordu, ben o kesime destek veriyorum diye dokuz köyden kovuldum, tacizlerden usandığım için dost toplantılarına gidemez hale gelmiştim. Şimdi, beni İslamcıları desteklemekle suçlayanlar baş demokrat, hatta beni Kemalist/cuntacı vs. olmakla itham etme cüretini gösterenler bile var. Böyle ‘demokrat’ları olan bir ülkede demokrasi de bu kadar olur. Böylesi demokratların desteğinden iktidar da çok memnun, 28 Şubat hesaplaşması da bu çerçevede gidiyor.

28 Şubat sürecinde İsmail Hakkı Karadayı’nın ardından Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti. Ama öyle olmadı. Önceki darbelerle kıyaslandığında, etkilerinin daha çabuk aşılmış olması nelere bağlanabilir?
Bu söz, 28 Şubat’ın ardındaki zihniyetin ne kadar ‘idraksiz’, dayatmacı ve ve toplumsal gerçeklerden kopuk olduğunun ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımıyordu. Evet, 28 Şubat’ın etkileri daha önceki darbelere göre daha çabuk aşıldı, çünkü öncelikle, muhafazakar toplumsal dinamikler bu son çırpınışı bertaraf etmeyi başardı. Yaşanan tüm engelleme çabalarına rağmen, muhafazakarlar iktidar olmaları önüne dikilmiş engelleri aşıp güçlü bir şekilde iktidar oldular, böylece güçlü bir toplumsal desteğe dayanarak kendilerine karşı kurgulanan süreci tasfiye etmeyi başardılar, çok da iyi oldu.
Ancak, muhafazakarların hedefi, sadece 28 Şubat’ı aşmakla ve güç ilişkilerini tersine çevirmekle sınırlıydı. Oysa 12 Eylül’ü aşmak tam demokratikleşme ile başarılabilecek bir süreç, bunun gerçekleşmesi ise, o günden bugüne mümkün olmadı. Dahası halen bu yönde bir süreç işlemiyor. İktidarın lafta 12 Eylül darbesi sorgulamalarına karşın, o düzenin tüm unsurlarını yerli yerinde bırakmaktaki ısrarı başka nasıl izah edilebilir? Daha yüzde on seçim barajı, 12 Eylül’ün baskıcı yasaları, DGM’ler isim değiştirerek yerli yerinde duruyor, Kürt meselesine ilişkin militarist zihniyet ve politikalar yerli yerinde. ‘12 Eylül’de işkence vardı, kalktı (?), doksanlarda faili meçhuller vardı bitti, bu gelişmeleri dikkate almak lazım’ demek de büyük zuldür! Otuz senede dünya değişti, Türkiye değişti, Kürtler ölümüne direndi, bu süreçte ‘işkence ve faili meçhuller bitti’ye yoğunlaşmak şimdi yaşananları bunun gölgesine itmek değil demokrat hiçbir vicdan sahibi insana yakışmaz. Bu koşullar altında, 12 Eylül ile hesaplaşmayı Kenan Evren hakkında dava açılması ile sınırlamak, sadece bazı Türkiye demokratlarını avutup, ikna edebilir ki, onların da düştüğü acıklı hal ortada.

28 Şubat döneminde mahkemelerin cuntanın hislerine tercüman olan kararlar aldığını biliyoruz. Özel Yetkili Mahkemeleri ve TMK’sı ile yargının bugünkü hali hakkında neler söylenebilir?
12 Eylül düzeni tasfiye olmadı dediğimde tam da bunu kasdediyorum. İşin en acıklı yanı, şimdilerde ‘tasfiye olmadı’ diye itiraz etmek bile imkansız hale geldi. Evren’in dava edilmesi sizi avutmuyorsa, işitmedik laf kalmıyor. Güya herkes ÖYM’lerden şikayetçi ama, genel mazeretçilik devam ediyor. Geldiğimiz noktada en acıklı olan yan burası.

Türkiye 28 Şubat’ta andıçlardan çok çekti. Peki bugün ‘andıçların’ tarih olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şimdi andıçlamanın şekli değişti, belli ki, asker veya sivil bu ülkede iktidar ve güç sahibi olanların muhalefete tahammül anlamında demokrasi anlayışında çok fazla fark yok. Yine de, askerlerin doğrudan listeler yayınlaması, birilerini hedef alması katlanılır şey değildi, o nedenle geçmişte yaşananları hafife almamak lazım. Şimdiki duruma dair en acıklı nokta ise, şimdilerde bırakın iktidarın baskılama siyasetlerini, gazeteci, yazar, demokrat sıfatlı insanların andıçlama işini bizzat üstleniyor olması. Hedef göstermesi, itham etmesi, ‘yazdıklarının, söylediklerinin düşünce sınırı dışında olduğunu ilan ederek fişlemeye girişmesi’, kara propagandalara gönüllü yazılması. Ne diyeyim, üniformalı veya değil, laik veya muhafazakar, çok asker ruhlu bir milletmişiz. ‘Her Türk asker doğar’ lafı boşuna değilmiş.

MİLİTARİZMİ SADECE ÜNİFORMA İÇİNDE GÖRMEK BÜYÜK HATADIR

Türkiye’de eskiden, 10 yılda bir darbe tartışması yapmak, darbenin koşulları olup olmadığına dair spekülasyon yapmak yaygındı. Bugün ise darbeleri eleştirmek konusunda güçlenen bir eğilim var ve darbe tehlikesinden söz eden de pek yok. Bunu neye yormalıyız? Türkiye çok mu demokratikleşti?
Evet, Türkiye bir anlamada kuşkusuz demokratikleşti. ‘Aslında asker gitti, sivil otorite geldi fazla bir şey değişmedi demeyelim’, ben sivil otoriterlik tartışmasını açtığım zaman bunu demedim. Ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayeti ve en önemlisi bu psikoloji tasfiye oldu, insanların zihinlerinde ‘askerler ne der, ne yapar?’ gölgesi kaygısı kalmadı, bu çok önemli bir gelişmedir. Ancak, otoriter siyasetleri ve militarizmi sadece üniforma içinde görmek büyük hatadır, sivil güçler, iktidarlar da otoriterleşir, benim ileri sürdüğüm buydu, bunu söylediğim zaman sadece ‘kaygı’ idi, şimdi gerçek oldu. İktidar partisi, ‘hayaldi gerçek oldu’ diyor ya, benimki de ‘kabustu, gerçek oldu’. Sonuçta, toplumlar her türlü otoriterlikle mücadele ederek demokratikleşir, Türkiye’de de ya böyle olacak ya da giderek daha karanlık bir tünele gireceğiz. Diğer taraftan, ‘toplum ordu, darbe kompleksinden nihayet kurtuldu diyoruz, ama bu kez de iktidar ve bazı demokrat çevreler otoriter siyasetleri ‘darbe korkusu’nu canlı tutarak meşrulaştırmak yoluna gidiyorlar. O anlamda, hala ‘darbelerin gölgesindeyiz’. Bu çok önemli bir husus ve uzun boylu tartışılmalı diye düşünüyorum.
(evrensel)