7 Eylül 2011 Çarşamba

Biji Bratiya Rengan Yaşasın Renklerin Kardeşliği

Biji bratiya rengan 

Kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın bu ülkenin kara çocukları öldürülür ve öldükleriyle kalırlar. Kimsenin de aklına gelmez bu hesabı sormak. Hiçbir başbakan bu anne babayı aramaz, hiçbir devlet büyüğü kara çocukların cenazesine gelmez, hiçbir yetkili o mezarların başında bir Fatiha eksiltmez. Bu ülkenin sahipsiz kara çocukları kendiliğinden doğar bir başkasının elinden ölürler. Yaşamaya ant içtikleri o zehirli coğrafyanın güya kaderidir bu. Ve büyük büyük dinlerin, büyük büyük ilahları da sevmez bu çocukları. Sevmediğinden her savaşı bunlara verir, her derdi bunlara musallat eder, sinir eder, dinden imandan çıkartır sonra da yakar bütün ilahlar, bu kara çocukları…

Biz de isterdik bir mabedin dinginliğiyle bir ilaha huzur ile teslim etmek tüm hayatımızı...

Ama hep düşümüzde öldürülenleri gördük. Gözlerimizi kapatıp bir resul aradık ama Engin Ceber’i soktular gözümüze. Gözlerimizi kapattık bir mürşit aradık ama daha on yedisinde Erdal geldi çöktü gözlerimizin önüne, bildiğiniz “son bakış” ile. Bir kilisenin diriliş hikayesi de olabilirdi bu. Belki yalınayak çarmıha gerilmenin, çivilerle bu dünyadan arş-ı alaya yükselmenin, o mucizevi ölümün ve doğumun hayranlığında kendimizi bulmak isterdik ama olmadı. Düşlerimize beyaz atlılar yerine beyaz Renault arabalar girdi. Biz de yeşili sadece doğanın bir rengi olarak hatırlamak isterdik ama “Yeşil” denince tüyleri diken diken olan bir halkın çocuğuyduk. Olmadı...

Metin Alataş

Azadiya Welat gazetesinde dağıtımcı olarak çalışıyordu. -Sahi Metin deyince kaçımızın aklına “Tekin” kaçımızın aklına “Göktepe” geliyor?- Daha önce tehdit edilmiş, darp edilmiş ama vazgeçmemişti yaptığı işten. Ve bir gün cesedi bir portakal ağacına asılı olarak bulundu. Portakal ağacının yapraklarının yeşili, cesedinin moruna değiyordu bulduklarında. Renkler hayat gibi ortada dururken yanlış bir zamanda yanlış bir ülkede olmanın bedelini ödüyordu Metin. Demek ki artık portakal yememizi de istemiyor bazı bilinmeyenler. Ve o ağaca astıkları gencin bedeni midemizi bulandırmıyor artık. Turuncu bir ölümle de tanıştık ya artık. Onu bir turuncu öldürdü…

Musa Anter

20 Eylül 1992. Yer: Diyarbakır. Kahverengi surların, kapkara gecede yok olduğu, hiçbir şeyin hiç kimseyi koruyamadığı, her yaşayanın ölü hesap edildiği yılların ortasında bir gece beyaz bir otomobil ile geldi ölüm. O yıllarda o coğrafyada herkesin ismini bildiği yüzünü görenlerin bir daha başka bir yüz göremedikleri, bol ajanlı Hollywood filmlerindeki alışılmış güya insanüstü özellikleri olan o adamın eliyle geldi ölüm. Sarı yüzlü bir ihanetçinin sapsarı bir ihanetin yardımıyla bir gece götürdüler Ape Musa’yı ölüme. 21 Eylül sabahı Ape Musa’sız bir dünyaya uyandı Diyarbekir. Bundan sonrası malumunuz zaten. Ve hala o malumun içinde yaşıyor Diyarbekir’in tüm renkleri. Karpuzun içi kırmızı mıdır hala bilmem ama Diyarbekir’in dört bir yanı hala “Yeşil”. Onu bir yeşil öldürdü…

Metin Göktepe

Metin'in kafasında bir darp var

Polis karakolundan morga kadar

Mosmor

Bir darbe var yüreğimizde beynimizde

Soruyor bir işaret fişeği

Biz ölerek mi yaşamayı öğreneceğiz hâlâ...

Can Yücel böyle tarif etmiş Metin Göktepe’nin ölümünü. 8 Ocak 1996 tarihinde öldürülen iki tutuklunun cenazelerini izleyip haber yapmak için gittiği yerde 1000 kişi ile birlikte gözaltına alındı. Ya onlar o kadar çoktu, ya T.C. onları sığdıramadı da bir yerlere Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü gözaltına alınanlar. Yerlerde karın beyazı henüz tutmuşken, gök gri bulutlara kendini teslim etmişken rap rap asker adımlarıyla geldi mavili adamlar. Ve mavili adamlar “ah ki Metin’in eline verdiler emeğini…” Ruhu çıkana kadar, bedeni cansız kalana kadar, feryadı arşa vurana kadar dövdüler, “hiç gözlüksüzdü…” Onu bir mavi öldürdü.

Halil Uysal

Ertürk Yöndem’i bilir misiniz? Bir zamanlar o davudi sesiyle TRT ekranlarından evimize misafir olan o adamı? Ağzını doldura doldura “beyni yıkanmış teröristler!” diye haykırıyordu ekrandan nefretini yüzümüze kusarak. İşte o beyni yıkanmış, kandırılmış “teröristlerden” biriydi Halil Uysal. Ama gerçek, Halil Uysal’ın gerçeği devlet yalanlarına hiç benzemiyordu. Dağ yaşamını görüntülemek için, belgeselini yapmak için çıktığı dağlarda aşık oldu gerilla yaşamına, ve adının arkasına oranın adını vererek orada yaşamayı seçti Halil Uysal yeni adıyla Halil Dağ. Gerilla yaşamı üzerine filmler çekti, belgeseller yaptı, haberler yaptı. Başka dünyalarda, başka coğrafyalarda çok steril hayatlar süren meslektaşlarının aksine kamerasını silahıyla korumak zorundaydı. Bir omzunda kamerası, diğerinde silahıyla hem hayat verdi dağlara, hem hayatını ortaya koydu. En sonunda Besta’da bir çatışmada vuruldu. Düştü dağların koynuna. Asker değildi. Asker doğmuş bir milletin çocuğu da değildi. O bir yönetmen, bir sanatçıydı. Karşısına dikilen profesyonel askerlere hiç benzemiyordu yanındakilere de belki benzemiyordu. Ve en sonunda çok profesyonel orduların çok profesyonel bordo bereli askerleri tarafından vuruldu. Ölürken bu topraklar tekrar kara yazgısını gördü… Onu bir bordo öldürdü…

Karayazı

İnsanların denize girdikleri sahillerden, balık tuttukları kıyılardan, güneşe karşı oturdukları deniz kenarlarından tam 2450 m yüksekte bir küçük ilçe, adıyla müsemma Karayazı. Kuş diye bildikleri karga, güneş diye gördükleri hafif sıcaklık. Sert bir iklimin sert evlatları. Serhat illerinin yüz akı. Milliyetçi muhafazakâr bir ilin yegane güneşli bayrağını taşıyan onurlu evlatları. Ama yokluk çok. Cepte çay içecek para yok. Hadi o parayı bulsa bir kardeşine, arkadaşına ısmarlayacak parası yok. Adı gibi kara bir yazının ortasında kimseden dilenmeden, kendine yeten bir küçük onurlu şehir. Birgün bu ülkede birşeyler değişecek en çok onlar için değişecek. Ve onlara o gün bugünlerin borcunu ödemeliyiz. Çünkü çok yokluk çok ölüm gördü de hiç onurunu yere düşürmedi. Onları bir kara öldürdü…

Sarımız yasak, kırmızımız yasak, yeşilimiz hem kabus hem yasak. Mavi gökyüzü, zaten tel örgülerin arkasında. Ve o sıcacık turuncu da yasak. Bordo ise katilimizin adı. Rengimizi silmek için her şeyi yapıyor bazı bilinmeyenler. Ve sonra tinerci çocuklar gibi acıları ciğerlerimize çeke çeke kapkara oluyoruz. Esmerlik kaderimiz de bundan. Bundan hepimiz karayız. Bundan negro negro… Daye negri negri…

Yaşasın renklerin kardeşliği

Büyük şehirlerde, küçük kentlerde, varoşlarda, taşralarda renkli renkli atkılar takabilir istediğiniz sloganı haykırabilir, yeri gelirse devlete kafa tutabilirsiniz. Sarı-kırmızı, sarı-lacivert, siyah-beyaz, bordo-mavi bu renklerin en bilinenleri. Bunun gibi çeşitli renklerle dolaşabilir, hatta bazı şehirlerde bu renklerden dolayı imtiyaz sahibi bile olabilirsiniz. Bursa’nın yeşil-beyazı, Ankara’nın sarı-laciverti gibi renkler size toplumda statü bile kazandırabilir.

Öte yandan büyük futbol kulüpleri, söz konusu çıkarları olunca yaşasın renklerin kardeşliği gibi fair-play vurguları ile ortalıkta dolanırken, trafik ışıkları Kürdistan'da devlet eliyle değiştirilir, sarı, kırmızı, mavi oluverir.

Sarının yanına kırmızı yakışır da yeşil eklendi mi bombalar yağıverir ters lalenin kırmızısına Zap suyunun dibinde.

Siyah ile beyaz bir tek Çarşı grubuna serbesttir bu ülkede. Aynı siyah ile beyazdan anarşist bir bayrak devşirdiniz mi ahlaksız, imansız bir terörist damgası yemeniz an meselesidir.

Bizi öldüren renkler, sizin elinizde bir çıkar malzemesidir.

Bizi öldüren renkler, sizi semirtir.

Bizi öldüren renkler, cesetlerimizin size armağanıdır.

Hani siz hep diyorsunuz ya ağzınızı yaya yaya, samimiyetsizce o koca koca stüdyolarda "Yaşasın Renklerin Kardeşliği" diye... Evet biz de öyle diyoruz: "Biji Bratiya rengan!..."

SERKAN AYDIN
Kaynak: birgun.net