1 Ağustos 2011 Pazartesi

Merve Tıraşçı Ölüme Direniyor Yaşamak İçin İş İstiyor


Ölüm onu bekliyor, o sadece iş istiyor 


Anadolu Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Halkla İlişkiler Bölümü mezunu Merve Tıraşçı… İnsan Kaynakları Uzmanlığı eğitimi sahibi… Ege Üniversitesi Uluslararası Bilgisayar Enstitüsü’nde proje uzmanı…   Açlığın ve sefaletin dile getirildiği zamanlarda ‘İŞ’ söz konusu olurken, ilk kez ölmek üzere kanser teşhisi konulmuş bir insan… “Yaşamak için bir işe ihtiyacım var”  diyor. Bu kez karın doyurmak için değil hayatta kalmak için… Çalışmak istediğini söylüyor… Sadece iş istiyor. Hayatın ellerinden tutunarak yaşamaya devam edebilmesi için iş istiyor…

Zor zamanlardan umuda doğru
İşaretlerden varılan harfler, kelimelerin hüzünlü eczasında anlam bulunca başlıyor tufan… Dalgaların vurduğu falezlerden aşağılara bakarken içimize benzettiğimiz o ‘zor zamanlar’ dan yalınayak geçtiğimiz çöllere doğru akıyor şimdi her şey…

Denizden arta kalan tuz… Dalgaların bittiği, çölün başladığı yerden kalkan tuz kervanları, yalın yürek ve yalınayak hissedilen uzaklara doğru alır sizi götürür bir abdal gibi. Her menzilde at değiştiren farisler (usta at binicileri) hayatı, rüzgârla sarhoş atların nallarındaki ritimle öğrenirken… Soluk soluğa bir hayatın nefesi camda buğulanırken, siz birdenbire durağan bir hayatın vuruşunu kaçırmış bir kalp gibi yalnızca bakarsınız… O ince çizgi artık çok kalın, büyük boldlar halinde hayatı özetleyen bir metin gibi durur içinizin kundaklanan bir yerlerinde… Heves edilene bir ömür geç kalınmış, sararmış sayfalar gibi her şey.  Asıldığı taş duvarın sırrını öğrenince, duran bir duvar saati gibi… ‘İki’nin iki ile hesabı buraya kadar olur ansızın... “Disk biter, boşa döner plak…”

Pencereden dönüp bakarsınız, gökyüzünde bir uçak içinde beyaz dişleri ve güleç yüzleriyle hostesler, yukarılara doğru çıkarken onca zaman bakılan bulutlar aşağılarda bir yerde kalır. İçimizdeki çocuk ansızın belirir ve “Bulutlar bizim evimiz” der. Buna yağmuru sen eklersin, gece geçen trenleri eklersin, trenlerin yıldızlar ve dağ köylerinden gelen köpek seslerini taşıdığını eklersin sonra… Bunlara ellerini koyarak inanırsın, ‘Ellerin kalbin’ olduğu için kolay inanırsın, yetmez eksik kalır içinizde bir yer, trenler makas değiştirirken gidilemeyen yolun merakı büyür. O yolda, bilinmeyen hikayenin karakterlerini düşünür, kendine benzeyen bir kahraman koyarsın… Bilinmeyeni düşünmekle daha çok yorulur, hayata dönersin… Hayat provası olmayan bir sahneden ve şarkıdan geçiyor, sen içinden geçiyorsun… Duy…

Günleri hep ‘Bir’ diye saymak

“ “Bana saçlarını kes, yoksa ellerinde kalır” dediler, diyor… “Dinlemedim onları, çünkü bir umut taşıyordum içimde, belki de dökülmez, bir ilk olur” dedim. “Kesmeyeceğim sapsarı saçlarımı…” Bunu kendime söyledim ama önce onlara… Ayaktaydım, durdum ve onların yüzüne baktım uçsuz bucaksız bir bozkıra bakar gibi… İçimde sıcak bir rüzgâr ama ellerim buza kesmiş… Ben onlara iyi şarkı söylerim, tiyatroyu çok seviyorum. Size bir tirat okuyayım. Sırça Kümes ’ten Tom’u oynayayım. Ya da  Athol Fugard’ın Ada’sından Winston’u oynayayım. Ömür boyu hapis cezası aldığı için günleri hep ‘Bir’ diye sayan Winston gibi... Söyledim bütün bunları ama önce bana, sonra birbirlerine baktılar. Onlar birbirilerine bakarken, çırılçıplak heykellerden bir kent düşündüm. Işıkları yüzdeki karanlığa doğru yanan heykeller… Sonra içlerinden biri bana ailemden birinin yanımda olup olmadığını sordu. Soruyu anlamaya çalıştım… Sorudan çok kırılan bir bardak gibiydi bu ses… Korktum…”

Yüzünde kocaman duran güzel gözleri nasıl bakıyor eşyaya ve insana diye merak ediyorum o konuşurken… Yeniden ona döndüm, hikâyesine döndüm… “Bütün gün aramışlar beni. Özel İzmir Gastroenteroloji Merkezi’nden o gün konuklarımız vardı başka bir üniversiteden. Yoğundu ve dönemedim. Sonra gittim, gastroenteroloji uzmanı Sinan Yörük Hoca, beni gördü ve sorular sormaya başladı. Yalnız geldiğimi yineledim, düşümdüm ki insanın bir başına yetmediği, eksik kaldığınız zamanlarda sorulur bu soru genelde. “Ailenizden birine haber verdiniz mi?” Onunla gelmemi istedi ve bir odaya geçtik…  Barkovizyondan bana neler olduğunu, bedenimde benden habersiz nelerin olduğunu anlatacak…” Hikâyenin ağır ritmiyle yorulsam da nefes nefese devam ediyorum onunla.

Üç yıl midem yandı

“Benim yaklaşık üç yıl boyunca midem yanıyordu zaten hep lansor mide koruyucu bir ilaç ile geçiştiriyordum. Bir gün yine hocama gittim ve aynı ilacımı istedim. Bana tamam yazarım ama artık bir endoskopiye girmem gerektiğini söyledi.  Aslında babamı da 45 yaşında kanserden kaybettiğimiz için korktum açıkçası. Ancak bir süre sonra hocanın da ısrarı ile gittim… Sonuçlarım çıkmış…”  Burada durup bir yudum su içiyor. Devam ediyor hikâyesine. 
Meğer kansermişim!

“Loş odada Gazi Hoca barkovizyonu açtı. Meğer ben mide kanseriymişim. Kanserli hücreler midemi tamamen kaplamış… Ekranda izlediğim benim hayatımın kareleriydi… Hücreler gözlerimin önünden geçiyor ve oturduğum koltukta kaldı ellerim, üşüdüm, ellerim buza kesti…” Duraksıyor o, ben kelimeleri nasıl da düzgün kullandığına hayranlıkla bakıyorum. Hikâyeden kopmamak için verdiği esler, bana zaman kazandırıyor. Onun için bütün bir ‘hayat’ olan ‘zaman’ın benim için kısa bir ‘an’ oluşunun adalet(sizliğ)ini düşündüm.

Deniz kıyısına gittim

O ölümcül odadan çıkmasını istiyorum ısrarla ama müdahale edemiyorum. O beyaz önlüklü hekimin loş odada anlattıklarından çok neler hissettiğini anlatmasını bekliyorum… Sonunda içimdeki gazeteci bana ‘Psikolog ile gazeteci arasındaki fark’ diye el işareti ediyor.  Sözünü ansızın kesiyorum. Neler hissettiğini soruyorum.

“Kanser olduğumu öğrendiğim an, bir deniz kıyısına gitmek istedim. Beni deniz kıyısına götürün dedim. Götürdüler. Tek başıma kalmak istediğimi söyledim. Gittiler. Yalnız kaldım. Önündeki denizin üstünde dalgalar büyük, buruşuk mavi bir çarşaf gibiydi, hafif dalgalı, ağır deniz… Ansızın ağlamaya başladım. Bıraktım kendimi. Hüngür hüngür ağladım. Çok ağladım… Sonra kalktım ayağa ve kendime dedim ki…” diyerek anlattı hissettiklerini. Ve devam etti…

Yıkılmak yok Merve 

Gözyaşları arasında, hikâyenin ayağa kalkarak devam edeceği yere kadar geldiğimizde, gözlerinin içinde can boğuştuğu o karanlıkta çırpınırken, birden bire iki fener gibi parlamaya başladı kocaman gözleri.  “Umudun başladığı yer” diyorum, “İşte burası” diyorum dinlerken. Aynı yerde, ayağa kalktığı yerde, başlıyor anlatmaya :

“Kalk Merve dedim! Kalk bu kanseri yeneceksin. Kalktım oradan güçlü olmaya çalışarak yürüdüm. Ameliyat olmaya karar verdim. 28 Nisan 2010’da öğrendim. 11 Mayıs tarihinde de ameliyata aldılar. Üniversitede çalıştığım için hocalarımla tanışıyorum yıllardır. Ameliyatıma çok tanınan ve bu alanda isminden her zaman söz edilen Prof. Dr. Sinan Ersin girdi. O dönemde Amerika’da çalışıyordu. Geldi ve ameliyatıma girdi. Kanserli hücreleri aldılar. Ameliyatta, midemin % 85’ini almışlar. Çünkü bütün mideyi kaplamış… Bütün hocalarım bana çok yardımcı oldu. Prof. Nurselen Toygar Hocam başta olmak üzere, bütün hocalarıma minnettarım. Bir de Nur Uzgenç adında bir ablam var. Bana her koşulda yardımcı oldu. Moral kaynağım oldu. Böylelikle bana hastalığımın 4. evrenin sonunda 5. evrenin başlangıcında olduğumu söylemişlerdi…”

'Yapılacak bir şey yok' demişler

Ailesine haber vermişler, artık yapılacak bir şey kalmadığı yönünde. Burada yutkunuyor ve gözleri parlamaya devam ederek “Ama Allah’ın insana verdiği bir sınav olarak düşünerek güçlü olmaya ve daha çok da umutlu olmaya çalıştım. Yaşayacaksın Merve güçlü ol şeklinde hep telkinde bulundum. Bir gün artık kanserli hücrelerin ilerlemesiyle yapılacak bir şey kalmadığını düşünerek aileme haber vermişler. Ama ben, bütün kalbimle hayata bağlandım. Komedi izledim, Cem Yılmaz izledim. Dramdan uzak durdum. En son bir tetkikte, kanserli hücrelerin durduğunu söylediler. Hocam da çok şaşırdı. Ve benim için o gün umut ışığı yandı. O ışığa tutundum, yürüyorum şimdi. Güçlü bir şekilde ayakta kalmak için çabalıyorum. Bak o ellerimde kalan saçlarım yeniden çıktı” ifadelerini kullanırken, umuda dair güçlü duruşuna dahil olma isteğiyle yer yer yaptığımız esprilere gülüyoruz.

Yaşamak için sadece ‘iş’ istiyorum 

“Hocalarım, dördüncü evrenin sonuna kadar gelmiş ve yaşayan bir mide kanseri hastasının olmadığını, yaşayamadıklarını anlattılar. Benimki bir mucize sanki… Yaşıyorum işte. Ama evimin kirasını, su ve elektrik faturalarımı ödemem için sadece iş istiyorum. Aldığım kürler için hocalarım yardımcı oluyor. Ancak hayata daha sıkı tutunmam için bir işe ihtiyacım var.”

Açlığın ve sefaletin dile getirildiği zamanlarda ‘İŞ’ söz konusu olurken, ilk kez ölmek üzere kanser teşhisi konulmuş bir insan, “Yaşamak için bir işe ihtiyacım var”  diyor. Bu kez karın doyurmak için değil hayatta kalmak için… Çalışmak istediğini söylüyor, sadece iş istiyor. Hayatta kalmak için… Hayatın ellerinden tutunarak yaşamaya devam edebilmesi için…

Anadolu Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Halkla İlişkiler Bölümü okumuş. Daha Sonra Ege Üniversitesi’nde aldığı İnsan Kaynakları Uzmanlığı eğitiminden sonra aynı üniversitenin Uluslararası Bilgisayar Enstitüsü’nde proje uzmanı olarak 10 yılı aşkın bir süre  çalışmış Merve Tıraşçı, henüz 34 yaşında ve mide kanserine yakalandığı günden beri her zaman umutlu olmayı başardığından olsa gerek, hastalığın 4’üncü evresinde olmasına rağmen yaşamaya devam ediyor. 
Hocaları bu mucizevi duruma şaşırsa da, Merve Tıraşçı “UMUT” diyor.

Bardağın dolu tarafında her sabah güneş doğacak

Hastalığı nedeniyle işsiz kalmasının getirdiği psikoloji ile başedebilmek için çırpınan Tıraşçı’nın boynundaki ‘5 yıldızlı’ dövme dikkat çekiyor. Yıldızlardan birinin içi dolu.  Merakla soruyorum.

“Biz beş kişilik bir aileyiz. Babam vefat etti. İçi dolu olan da o. Aslında hikâyesi bu kadar değil. Ben ameliyattan çıktıktan sonra hep yıldızlara bakmak istedim… Annem hep camı açtı, benim gökyüzünü görebilmem için. Her gece uzun uzun baktım” derken aklıma M. Mungan’ın Gece Nöbeti şiiri geldi… “Yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin/Nöbet kadar yalnızken öğreneceksin bunu da…/”  diyor.

“Bu kız kanseri yener”

 “Ameliyat sonrası narkoz etkisinin geçmesiyle kendime geldiğim an Trabzonspor ve Fenerbahçe maçının sonucunu sormuşum. O sırada bir hocam “Bu kız bu hastalığı yener” demiş. Daha sonra mesela tenis oynamak istediğimi söyledim. Şaşırdılar oynayamazsın, o gücü bulamayacağımı sordular. Gittim ve 40 dakika oynadım şaşırdılar” sözleri hayata yokuş yukarı tırmanan kağnılar gibi… Sonra kendisi Nazım Hikmet diyor “Hayatı ıskalama lüksün yok senin…”  Umuda dair konuşmasına devam ediyor. Biz onun için hayati bir ihtiyaç olan portakal sularımızı yudumlarken…
“Hayata bağlanmak için kendime bir parlak yıldız bulmalıydım. Hastaneden taburcu olunca annem benim odamı gökyüzünü gören odaya hazırlamış… Sonra tekerlekli, sandalyeden inip yürümeye başlayınca gidip boynuma bu beş yıldızı yaptım. Hocam bana çok kızdı enfeksiyon riskinden dolayı. Ama benim hayata bağlanmam için bunları yapmam lazımdı. Şimdi her sabah güneş bardağın dolu tarafında yeniden doğuyor. Güneşi görmek için bir iş istiyorum…”

Bir bardak içecek

Boş bardakları alırken garson, soruyorum yeniden “Ne içebilirsin?” diyorum. “Gazlı içecek içmem yasak ama soğuk bir fantayı içmeyi hep çok istedim. Bu kadar basit şeylerin ukde kalacağından bazen korkmuyor değilim ” diyor. Hızla gidip dolaptan, soğuk fanta getiriyorum. Şartımı sürüyorum öne: Küçük bir bardağın üçte biri kadar diyorum. Gülümseyerek “Tamam kabul” diyor masaya bırakarak. İçeceği anı bekliyorum. Mutlulukla bakıyor fantaya. Kadehin dolu yerinde onun için her sabah doğan güneşi arıyorum… Göz göze geliyoruz kocaman bir kahkaha gibi büyüyen gözlerinde parlak bir ışık, ışığa ve gözlerine bakıyorum. Hayatın nabzına göre almak istediği “şerbetti” yudumlamaya başlıyor gülümseyerek ve her sabah umutla baktığı güneşi içerek…

Aşk varken hayat da umutlu

Masada umutlu sözcüklerden maviye doğru bakarken o, erteliyorum sormak istediğim son soruyu. Birden bire sonbahara kesecek masa, soğuk yeller esecek… Onca umutlu bir şarkının sonunda sormak istediğim sorunun bir uçuruma çıkaracağından korkuyorum. Kalakalacağından, göğe doğru unutulmuş açık bir pencere gibi kendini bu fırtınada döve döve kıracağından korkuyorum. Fırtınalı bir soru. Bunları düşünmekten başım dönüyor. Pantomim gibi her şey karşımda konuşmaya devam ediyor. Hiçbir şey duymuyorum yalnızca sormak istediğim soruya yer açmaya çalışıyorum. Bu zorluklarla boğuşurken birden bire muhabir arkadaşım Işıl, “Sevgiliniz var mı?” diyor. Sormaktan kurtulup rahat bir nefes alıyorum. Ama o karşımda nefessiz kalacak gibi bakıyor Işıl’a… Gözlerimi alıp kaçıyorum sanki oradan. Bu soruyu ben sormadım. Bana bakma diyorum, bakma ben sormadım. Bu soruya benzeyen ama aslında mevsimi geçince, mekân değişip kahraman çekip gidince, paslı bir hançere dönüşen bu soruyu ben sormadım. Yarısı küfür, yarısı tuz, bütünüyle hüzünlü bir keman konçertosu olan bu soruyu Işıl sordu, ben sormadım. Sorar mıydım? Gecikmiş bir cevap doğru ses vermez…

Aşk hayat verir

Gözleri doluyor, ‘mosmor birer çığlık’ gözleri yavaş yavaş doluyor, kırılıyor, mavi bir sabaha doğru kayan bir yıldız gibi. Aşkın, insanın kalbinin hikâyesini ve bunun için karılan acının resmini çizer gibi… Yüzüne siyah rimelleri akıyor…  Sanki, bir ayrılığı resmediyor yüzünde… Siliyor yüzünü tıpkı deniz kıyısından kalkarken, yaşamın kalbine doğru dans ederek yürüdüğü gibi…

Vardı ama şuanda konuşmak istemiyorum… Aşk her zaman her yerde güç verir, böyle zamanlarda ise hayat…”

Kuruyan gözleri yeniden umutlu bir şarkının sol anahtarı gibi… Gülerek “İyiyim” diyor.  İyi olduğundan emin olunca, fotoğraf çekilmek istiyor bir an önce. Çok seviyormuş objektifleri. “O kadar güzel bakıyordu ki” deklanşöre her bastığımda “objektiften filme, yalnızca bir gül yansıyordu”  

Haber: Ege Life Dergisi, Mehmet Emin Al - Işıl Kaya